Wednesday, September 20, 2006

TÜRKİYE TÜRKLERE BIRAKILAMAZ!

Mustafa Saka


BU NE YAMAN ÇELİŞKİ BÖYLE?!

Bu yazıyı yazmaya oturduğumda, televizyonu kapatmak için son bir defa kanalları geçerken STV’de durdum. ‘Ayna’ proğramı dünyanın her tarafına yayılmış olan Türk okullarını tanıtım serisinin Nijerya ayağındaydı. Bir siyâhî çocuk, yanık sesiyle Azerî ‘Ayrılık’ şarkısını söylüyordu. Binbir duygu karmaşası içinde duygulanmamak mümkün mü: ‘Her bir dertten âlâ yaman ayrılık!’?

Binbir duygu karmaşası binbir çelişkiye dönüşüyor, sürgünde gözleri açık giden Ahmet Kaya’yı kader ortaklığıyla beraber anıyorum: ‘Bu ne yaman çelişki anne’!

Bu okulların mimarı olan adam yurda gelemiyorken, TC, elçilik ve bakanlık düzeyinde temsilcileriyle bu okulların mezuniyet törenine katılıyor. Sahiden bu ne yaman çelişki böyle?!

Yoksa çelişki melişki yok mu?

Ülkücüleri meselâ ‘Bayrak için ölenler yıkıcı olamaz!’ diye feveran ettiren bir ‘Kırmızı Kitap’ varmış ve bakın ne yazarmış:

«Ülkücü unsurların Türk Cumhuriyetleriyle ilişkilerinin ülkemizin dış politika prensipleri çercevesinde disiplin altına alınması, bu ülkelerle ileriye dönük çalışmalarımızda yarar sağlayacağı göz önünde bulundurulmalıdır.»
«Ülkücü kesimin iktidar arayışı için başvurabileceği değişik yöntem ve provokasyonlar olabileceği gözönünde bulundurulmalıdır.»

Kamuoyunda Kırmızı Kitap olarak bilinen (MGSB) Milli Güvenlik Siyaset Belgesini oluşturan iki temel metinden birisi olan (10 Numaralı) İç Güvenlik Özel Siyaset Belgesi'nde aynen böyle yazıyor Ülkücü Hareket için.

Fethullah Gülen, cemaati ve bütün dünyaya yayılmış okulları için ne yazıyor acaba Kırmızı Kitap’ta? Bilmiyorum. Ama şu satırlar aynen mevcut:

«Bölücü ve irticai faaliyetler, eşit ve birinci derecede önceliklidir.
Siyasal İslam, Türkiye için tehdit unsuru olmaya devam etmektedir.
Türkiye'nin Batı'ya dönük yüzünde hiçbir değişikliğe gidilmemelidir.
»

KİMİ TAŞLAMALI?

Söz Nijerya’dan açılmışken, bir yaman çelişki daha yaşıyoruz bugünlerde...

Gayrımeşru çocuk doğuran bir kadına recm cezâsı vermiş müslüman Nijerya mahkemeleri. Tabiî, insan hakları ve özgürlükleri gibi yüksek değerlerin tavana vurduğu, dünyanın kuytu bir yerinde bir kişi bir haksızlığa uğrasa dünya çapında bir kampanya ile ayağa kalkıldığı, Afganlı, Filistinli, Çeçenyalı bebelerin tepesine bombaların yağmadığı bir çağda yaşıyoruz diyerek belki gereksiz bir kara mizah yapmamın sebebi, bu uluslar arası recm karşıtı -İslâm karşıtı- kampanyanın mail yoluyla bana kadar ulaşmış olmasından. Yoksa bu çağın esmer çocukları çoktan ‘öğrendiler onlar için olmadığını insan hakları evrensel beyannâmesinin / ve tanıdılar parçalanmış göğüslerinde annelerinin / çağdaş uygarlığın sırtlan yüzünü’! Asıl ilgi çekici olan, aynı müslüman Nijerya, bugünlerde uluslar arası bir güzellik yarışması tertip ediyormuş ve her ülkeden Nijerya’ya gelecek olan güzeller, bu recm kararını protesto etmek için yarışmaya katılmama kararı almışlar.

Fıkıh’ta, İslâm mahkemelerinin, kişilerin gizlice işlediği günahlarını araştırıp cezalandırmak gibi bir görevi olmadığına göre, cazâdan maksat, günahın toplumsallaşmasını önlemeye, içtimâî düzeni muhâfazaya mâtuftur. Ve İslâm devletinin birinci vazîfesi müslümanları cezâlandırmak değil, müslümanların hak ve hukukunu gözetmektir. Ve asıl recm edilmesi gereken, dünyaya egemen fahişe sistemin kurbanı o kızcağız değil, güzellik yarışmaları düzenleyerek fahişe dünya düzenine entegre olan müslüman(!) Nijerya hükümeti olmalıdır.

BİLGİ(!) ÇAĞI

Dünya üzerinde sayısını bilemediğim kadar terör örgütü var. Bunların hemen hepsinin ve Türkiye’den başta PKK ve DHKP-C olmak üzere şiddete başvurmuş bütün örgütlerin internette sayfaları var. Bir de, dünya görüşünün Büyük Doğu-İbda olduğunu deklâre ederek, bu çerçevede fikirden siyasete geniş bir yelpazede yüzlerce düzeyli makaleye yer veren, ama sayfalarında, şiddete yönelmiş olan İbda-C’lerin propagandasına yer vermeyen bir www.akademya.org var. Bildiğimiz bütün örgütlerin internet siteleri Türkiye’den veya Amerika’dan bir saldırıya uğramıyor, uluslar arası şikâyet konusu olmuyor, kapatılmıyor.

Son günlerde mail kutuma mektup yağıyor. Ağza alınmayacak derecede galiz küfürler savuranlar da var hayır dua edenler de... Hepsine bilmukabele... Bu iki uç arasındaki diğer mektuplarda ise enformasyondan dezenformasyona ne ararsanız mevcut. Bir de mütemâdiyen mail kutumu dolduran reklam amaçlı grup mailler var ki illâllah!

Bu iki durumdan hareketle bazı yalın sonuçlar çıkartıyorum:

1- İnternet, günümüzün çok etkili bir propaganda silahı.

2- Enformasyonu zayıf olanların dezenformasyon çabaları çok çirkin sırıtıyor.

3- Alfabesini bilenler için dezenformasyonlar da bilgiye dönüşüyor.

4- Çağımızın en büyülü kelimesi ‘bilgi’, bir dünya görüşünden yoksun olanların elinden kayıyor, hatta ayaklarına dolanıyor; her türden bilgi, dönüp dolaşıp ne yaptığını bilenlere yarıyor.

5- www.akademya.org çok geniş bir yelpazeden her klikçe okunuyor ve Türkiye üzerine oyun oynayanlar tarafından ciddi bir mani olarak görülüyor.

ÖZ HAKİKİ ERGENEKON

Türkiye’de, ‘Öz Hakiki Koç’ gibi firma isimlerinden, şehirler arası otobüs firmaları arasındaki rekabetin derecesini anlamak nasıl mümkünse, Ordu ve Siyâset kurumları içindeki klikleşmelerin harâretini de, Ergenekon destanına atıfta bulunarak gidilen örgütlenmelerden anlayabiliyoruz. Son günlerde fazlaca mail almamda, "Ergenekon’dan Çıkış" temasını işlediğim son yazılarım ne derece âmil oldu bilemiyorum, ama aldığım mailler arasında Ergenekon temasını ısrarla vurgulayan bir hayli enformasyon ve dezenformasyon da var.

Mevcut hâli yeni bir Ergenekon olarak gören ve kuşatmayı yarabilmek ihtiyacıyla örgütlenme çabası içindeki bu akımları kabaca dört gruba ayırmak mümkün:

1- Batılılaşmacı-Kemalist-Dinsiz (Şamanist) Ergenekoncular.

2- Batılılaşmacı-Kemalist-Dinsiz (Sosyalist) Ergenekoncular.

3- Batılılaşmacı-Kemalist-Önce Türk sonra müslüman (Ülkücü) Ergenekoncular.

4- Büyük Doğucu-Anadolucu-Müslüman Ergenekoncular.

Nihâî hesaplaşma vaktinde dahî 1.’lerle 2.’lerin bir araya gelemeyeceklerini, 3.’lerin ise önünde sonunda 4.’lere iltihak edeceğini bugünden söylemek bir kehânet sayılmamalı. İlk iki grubun halk desteği de yok denecek kadar az.

İlk üç grup kendi içlerinde de hâlihazırda bir bütünlük arzetmiyor. Atilla İlhan, Yalçın Küçük, Toktamış Ateş, Erol Manisalı, Hasan Köni, Doğu Perinçek, Aytunç Altındal, Mahir Kaynak gibi medyatik simâların sözcülük yaptığı ilk üç grup büyük ölçüde yabancı istihbârat teşkilatlarının denetimi altında. Özellikle 1. Ve 2. Grup İslâm düşmanlığı temelinde Judaist-Sabetaist işgâl güçleriyle müşterekler. Türkiye-İsrail dostluğunun ve 28 Şubat’ın mimarı, 28 Şubat’ın tetikçisi Çevik Bir’e de üstün başarı ödülü vermesiyle gündeme gelmiş olan, Yahudilerin dünya üzerindeki güvenlik sorunlarıyla ilgili Jewish Institute for National Security Affairs (JINSA) her iki grubu da enforme ediyor. Batı karşıtı söylemleri münâsebetiyle zaman zaman müslüman gazetelerin teveccühüne mazhar olan Atilla İlhan meselâ şöyle diyor ‘Avrasya’da Dolaşan Hayâlet’ kitabında:

"Lenin, Troçki ve Stalin daha uzak görüşlü olsalar ve Galiyev’i bir düşman gibi görmeyip onunla işbirliği yapsalardı, sosyalizmin Orta Asya ve Avrasya’da kökleri daha sağlam olacaktı. Dağılma yine olacaksa da, bu dağılmadan Türk-Müslüman kavimler hem birlik halinde, hem de daha güçlü çıkacaklardı. Çünkü nereden bakılırsa bakılsın Vahidov’la Sultan Galiyev’in önerdikleri projeksiyon, netice itibariyle Gaspıralı İsmail Bey’in (Gasprinski’nin) bütün Türkler için önerdiği esaslardan farklı değil. Ne diyor Gasprinski? “Bütün Türkler dilde, işte ve kültürde birlik olmalı”.Dikkat ederseniz “din” demiyor? Bu özellikle Türkçüler açısından son derece önemli bir şey, çünkü bizdekiler işe dini karıştırdılar. TÜRKLERİN BİRLİĞİNE DİNİ KARIŞTIRAMAZSINIZ ÇÜNKÜ YAHUDİ TÜRKLER VARDIR, HIRİSTİYAN TÜRKLER VARDIR."

Atilla İlhan’ın ‘bizdekiler işe dini karıştırdılar’ ithamına muhatap olan Ergenekoncuların, 2. Gruptaki sosyalist Ergenekoncular hakkında yazdıkları rapordan bir paragraf ise şöyle diyor:

"Süper Güç, ülkemizde köklü temellere dayanan ve sağlıklı biçimde gelişen milliyetçi, aynı zamanda tarih ve maneviyat bilinciyle donanmış genç ve dinamik kadroların kendi egemenliklerini ikinci plana itebileceğinden endişe etmektedir. Bunun için, en rahat ajite edilebilecek gruplar üzerinden ekstremist savları gündeme taşımaktadır. Bu sesi gür fakat içi kof oluşumun bayraktarlığını yaptığı(!) hareket tam hedefe vardığını sandığı anda pimi çekilerek, patlatılacaktır. Böylece,artık bundan sonra benzeri şekilde yola koyulacakların önüne kolay kolay yıkılmayacak bir şüphe duvarı örülmüş olacaktır. Söylemine pek itiraz edemeyeceğimiz, ancak söyleyenlere de güvenemediğimiz bu grup, kendileri
farkında olmasa da, aslında savaştıklarını sandıkları düşmanın maşasıdır."

Kendilerini ‘Gerçek Ergenekon’cular olarak tanıtan ekip ise, bugünlerde Ergenekon bayraktarlığını kimselere bırakmayan meşhur karanlık yapılanma için dikkate değer tesbitlerde bulunuyor:

«"Derin devlet"in operasyon birimleri ilk toplantısını Haziran ayı içerisinde Akdeniz sahillerinde lüks bir otelde toplanarak yaptı. Yeni oluşumun başında, eski(!) bir MİT daire başkanı bulunuyor. Başbakanlık danışmanlığı da yapan MİT'ci lider, eski teşkilata benzer bir yapılanmaya gidilmesini savunurken, daha üst seviyelerden bağımsız bir organizasyonun kurulmasının "rica" edildiği ileri sürüldü. MİT eski Müsteşar Yardımcısı Mikdat Alpay'ın da bu oluşumda görevlendirildiği ancak, grubun eski elemanlarının Alpay'a güvenmediği hatta, Alpay'ın da katıldığı bir toplantıya yüzlerinde kar maskesiyle katıldıkları bildirildi.
Biz ERGENEKONCULAR'ın ulusal olmasını beklerken, 11 Eylül'deki Amerikan kabusu sonrasında bu ekibin patronları tarafından büyük ölçüde yine ABD'nin hizmetine tahsis edildiği haberi geldi. Uzun süredir harçlık bile alamayan ekibin yeniden düzenli aylığa bağlandığı ileri sürüldü. Sabotajcıların Türkiye'deki uzantılarını takip edecekler ve gerektiğinde, Ankara, bölgede bir savaşın içerisine girmek istemezse ülkemizin de Charly v
e Delta alarmına geçmesi için aracılık yapacaklar!!!

Toplantıya katılanlardan aldığımız bilgiler ve organizasyonda görev aldıklarını duyduğumuz kimselerin genel karakterlerinden hareketle, Ergenekoncuların henüz, Ergenekon ismi üzerinde dahi karara varamadıklarını söyleyebiliriz.
Kimileri eski alışkanlıkları, kimileri de korkuları sebebiyle ABD'den bağımsız bir yapılanmanın mümkün olmadığını düşünüyor.
Kimileri ise "Avrasyacı" idealle tamamen milliyetçi/ulusalcı bir reorganizasyonu savunuyor.
Alt grubun da kararsızlığı gözlemlediği, bu yüzden kendilerini önceden olduğu gibi kayıtsız şartsız teslim olmaya yanaşmadığı anlaşılıyor.
Ancak iç ihtilaflardan habersiz gençlerin istekli olduğu, fakat mali sıkıntılardan rahatsız oldukları belirtiliyor.
Bizim kanaatimiz, ABD'nin bu yapılanmayı bir süre izleyeceği, bağımsız bir çizgide gitmede ısrar ederse içerdeki adamları vasıtasıyla bunu deşifre edeceği yönündedir.
NATO'nun Ö
zel Harp talimnamelerine göre, üye ülkelerde kurulan NATO birimleri (Perinçek'in Süper NATO ismini verdiği) ülkemizde önce Seferberlik Tedkik Kurulu adıyla örgütlendi. Sonra doğrudan Genelkurmay Başkanlığı'na bağlı Özel Harp Dairesi çatısı altında ve bunun sivil uzantısı olarak faaliyet yürüttü. Kendisine mahsus silah depoları yer altında tesis edildi. Fakat, normal hiyararşik yapı tarafından denetlenemediği ve müdahale edilemediği için silah depolarının adresleri bile unutuldu. Bazı kazı ve inşaat faaliyetleri arasında ortaya çıkınca, basında terör örgütlerine aitmiş gibi sunuldu.
ABD ile Genelkurmay'ın ilişkileri, 1974 Ambargosu, Avrupa'da Gladyo operasyonları, silah ve sistem ihaleleri, Kuzey Irak, Balkanlar ve Kafkasya konularında bozulunca askeri makamlar bu yapılanmayı gözden geçirme ihtiyacı duydular.
Ancak hemen hemen illegal bir yapılanmaya bürünen sivil uzantılar büyük ölçüde Amerikalılar'ın kontrolüne girmiş, elemanları angaje olmuştu.
Yeniden yapılanma sürecinde, askeri otoritelerin bunun Anti Amerikan bir görünüm kazanmasını en azından
şimdilik istemedikleri, bu yönde yapılacak yayınları dezenformasyon şeklinde sunma kararında olduklarını analiz ediyoruz. Aydınlık dergisinin bu maksatla, aşağıda metnini okuyacağınız haberi ve "Ergenekon kuruldu" şeklindeki haber ve yorumları CIA dezenfarmasyonu şeklinde sunmaktadır.
Aslında Aydınlık Grubu'nun bir taraftan Süper NATO'yu deşifre etmeye çalışırken(!) diğer taraftan Ergenekon'u savunması da bu çerçevede anlam kazanmaktadır.
Bizim istihbaratçılarımızın en büyük hatası ise, "alışmış kudurmuştan beterdir" atasözünü unutması.
Ülkemizde şimdiye kadar iki CIA ajanı yakanlanmış ve bu ikisi de Aydınlık'la direkt irtibatlıdır. Kimbilir, Mehmet Eymür'ün Analiz kitabında anlattıkları doğruysa her ikisi de ne yazıkki MİT personeli ve kurmay albay olan ajanlar aslında İngiliz istihbaratına da çalıştıkları (dublaj yaptıkları) için deşifre edilmişti. Bir taşla çok fazla kuş vurulmuş, hem MİT, CIA ajanlarından temizleniyor görüntüsü verilmiş hem de MI6'nın sızmaları uzaklaştırılmıştı...
Sadede gelirsek,
Bağımsız
bir istihbarat teşkilatına sahip olmak bu siteyi hazırlayanları onurlandırır. Bizim niyetimiz, böyle bir teşkilatın, TRUVA ATI'na dönüşmesini engellemektir.
Enteljansiyamız, hissi hareketlerle ve kafalarındaki yüzyıllık şartlanmışlıkla sağlıklı düşünememektedir. Özellikle Ergenekon'un siyasi kanadı, topluma en itici gelen gruplar eliyle yürütülmektedir. Gariptir ki, küçük bir azınlıktan gayri kimseye de güven duymamaktadır.
Bu halleriyle, korkarız ki; CIA ve MOSSAD'ın elinde oyuncağa dönüşerek hem ülkeyi hem bağımsızlık ülküsünü madara edecekler...
»

Doğu Perinçek hakkında artık işportaya düşmüş bilgiler de revaçta hâlâ:

«En popüler CIA muhalifimiz ne gariptirki aynı zamanda CIA ajanları ile en içli dışlı siyasetçi-istihbaratçımız olan DOĞU PERİNÇEK. Perinçek ekibinin CIA ajanı olarak suçladığı, Cengiz Çandar ve Hadi Uluengin gibi eski Aydınlıkçılardan bahsetmiyoruz. Yeni günah keçileri Soner Yalçın'dan da...
İstihbara
t tarihimizde, bizim MİT, bugüne kadar iki CIA ajanı yakalayabildi. Tasadüfe bakın ki, ikisi de Aydınlık'tan çıktı. Maalesef iki CIA'cı da kurmay albay ve MİT personeli: Turan Çağlar ve Sabahattin Savaşman. İkisi de Aydınlıkcıların haber kaynağıydı. Hatta Çağlar, doğrudan maaşlı Aydınlık elemanıydı. Peşlerine düşen Türk istihbaratçıların aleyhindeki haberleri Aydınlık'ta yayınlıyorlar ve adreslerini deşifre ediyorlardı.
CIA ajanı olarak afişe ettikleri Kemal Ilıcak'ın Tercüman tesislerinde Aydınlık'ı bastırmaları gibi ayrıntıları bir tarafa bırakın, Ilıcak'ın bunu ABD büyükelçisinin ricasıyla yaptığı iddialarına ne diyelim?
Ya da, Aydınlık'a sabotaj yapmak isteyen Susurlukçu mafya gruplarını bizzat Mehmet Ağar'ın engellediğini biliyor muydunuz?
Aydınlıkçılar'ın savunmalarını kitaplaştırdığı Sabahattin Savaşman'ın aynı zamanda İngiliz MI6'ya da çalıştığını duymuş muydunuz?
»

Savaşman’ın Sabetaist olduğunu da hatırlatmak lâzım.

Başta Kırmızı Kitap’tan bahsetmiştik; aynı kitabın aynı bölümünden Ülkücüler hakkında üç cümle daha:

«Türk milliyetçiliği bazı kesimlerce ırkçılığa dönüştürülmek istenmektedir. Ülkücü mafya bundan yararlanmak istemektedir. Bu da bir tehdit unsuru oluşturmaktadır.»

Kırmızı Kitab’ın yazarının kendisi ırkçı bir yapılanma iken ve bu hususta sicili hayli kabarıkken nasıl oluyor da Türk milliyetçiliğinin ırkçılığa dönüşmesinden kaygılanabiliyor? Cevabı çok açık; elbette Sabetaistler adına endişe duyuyor. "Bundan yararlanmak isteyen Ülkücü mafya" dediği, çek-senet mafyası değil, kontrol dışına çıkarak Dönmelere yönelmelerinden endişe duyulan milliyetçiler.

Görüldüğü gibi rivâyetler muhtelif de olsa şurası apaçık ki, Judaist-Sabetaist-Kemalist yapılanmanın durumu Ecevit’in hastalığından da ileri düzeyde. Şimdilik karargâha hâkim görünüyorlar, ama beyin bedene hükmedemez durumda. Büyük Doğucu-Anadolucu-Müslüman Ergenekoncular hakkında şuyû bulan tek bilgi ise ekip başlarının Türk-Çerkez ağırlıklı olduğu, operasyonel tecrübeleri en gelişkin klik olduğu ve orduda, istibârat teşkilâtında, emniyet içerisinde kadrolaştıkları, ticaret-siyaset-mafya âleminde de kollarının bulunduğu... Pandora’nın kutusu yakında açılacak; göreceğiz!

ERGENEKON’DAN ÇIKIŞ

«Türk illerinde Göktürk oku ötmeyen, Göktürk kolu yetmeyen bir yer yoktu. Bütün kavimler birleşerek Göktürklerden öç almaya yürüdüler. Türkler çadırlarını, sürülerinin bir yere topladılar. Çevresine hendek kazdılar, beklediler. Düşman geldi. Vuruş başladı. On gün vuruştular, Göktürkler üstün geldi. Düşman, Türkleri er meydanında yenemeyeceklerini anladığından hileye başvurdu ve Göktürkleri gafil avlayıp, çadırlarını bastı. Büyük bir katliam yaptılar.. İl Han'ın küçük oğlu Kayan (Kıyan) ve yeğeni Tukuz (Negüz) kadınlarıyla birlikte düşmanın elinden kaçtılar ve onların bulamayacağı bir yere, "Ergenekon"a (Sarp Dağ Beli) geldiler. Burası geçit vermez, sarp dağlarla çevrili orta yeri düz, verimli bir ova idi. Burada bir müddet sonra nüfusları gittikçe çoğaldı. Birbirlerine akraba, ayrı ayrı "oba"lar oluşturdular. Nihayet dört yüz yıl sonra kendileri ve sürüleri Ergenekon'a sığamaz oldu. Kurultay toplayıp, Ergenekon'dan çıkma kararına vardılar. Çıkış için tek bir geçit vardı, fakat burası da demirdendi. Bir demirci ustasının fikriyle demir dağ büyük bir ateş yakılıp, devasa körüklerle harlandırılarak eritildi. Nihayet, Börteçene liderliğinde, Türkler Ergenekon'dan çıkıp bütün dünyaya yayıldılar.»

Esâtir, özetle bu!

Yunanca «έξοδος-eksodos» kelimesi Türkiye’nin ölüm kalım meselesi olan “Ergenekon’dan Çıkış"ı tek başına ifade edebilecek güçte bir kelime. (1. Çıkış, çıkma 2. Toplu göç 3. Kuşatmayı yarma) anlamlarını ihtivâ ediyor; ve «εξ»’le başlayan kelimelerin hemen hepsi bir halden bir hale geçişi, bir aktiviteyi, aksiyonu, yeni bir durumu ifâde ediyor. Ana haber bültenlerinin bile magazinleştiği Türkiye’de, televizyon kanallarından ‘eks sevgili’ lâfını çok duyuyoruz da, Türkiye, Judaizmin ara ideoloji olarak dayattığı Kemalizm ve bütün Batılılaşmacı politikalar için «εξ» diyebildiği gün kurtuluşunu ifade etmiş olacak; «εξευρωπαϊσμός-eksevropaismos-Avrupalılaşmak» Türkiye için nelere mâloldu görüldü ve artık çember büsbütün daraldı; «εξισλαμισμός-eksislamismos-İslâmlaşmak» Ergenekon’dan tek çıkış yolu...

AK PARTİ KİMİN TRUVA ATI?

Türkiye’yi Ergenekon’a tıkmak için Judaizm tarafından bir ara ideoloji olarak üretilip dayatılan Kemalizm’in miâdının artık dolduğunu, şimdi Kemâlizmi de tasfiye ederek Türk’ü Ergenekon’da boğma safhasına gelindiğini söylüyoruz. İşte bu noktada Kemalizmi, sanki kurtuluşçu bir ideoloji imiş gibi görme serabı yaşayanlar varsa hâlâ, tekrar edelim: Kemalizm Ergenekon’a tıkılma ideolojisi idi, Ergenekon’dan çıkış rehberi olamaz!

Evet şimdi Kemalizmin de miâdı doldu, tasfiye edilecek.

Kemalist kadroların, AKP’yi, Batı’nın Kemalizmi tasfiye operasyonunun bir parçası olarak görmeleri büsbütün boş değil.

Harvard Üniversitesi John M. Olin Stratejik Araştırmalar Enstitüsü'nde öğretim üyesi, Yakındoğu tarihi ve siyaseti üzerine çalışmalar yapan Michael Reynolds şunları yazıyor AKP için:

«Pekçok gözlemci Türkiye'nin İslam dünyasının geri kalanını öykündürecek derecede başarılı bir Müslüman demokrasi örneği olduğunu düşünüyor. Ancak 'Türk modeli' destekçileri can alıcı bir olguyu gözden kaçırıyor; Türkiye dışındaki Müslümanlar burada dini ifadelerin sıkıca kontrol altında tutulmasını hem İslam'a aykırı hem de antidemokratik olarak görüyor.

İslam'ın liberal demokrasiyle uyum sağlayıp sağlamayacağı günümüz dünyasının karşı karşıya olduğu en acil ve önemli sorunlardan biri. Eğer liberal demokrasi Müslüman dünya için bir seçenek değilse, Batı'yı, milyarlarca küskün insanla bitmek bilmeyen ve sürekli artan çatışmaları, Harvardlı profesör Samuel P. Huntington'ın gündeme getirdiği medeniyetler çatışmasını içeren bir gelecek bekliyor.

Ama eğer liberal demokrasinin İslam'la uyumlu olduğu gösterilebilirse, böylesi bir çatışma önlenebilir. Dünya olumlu bir sonuç almak için demokraside geniş deneyimleri bulunan ve tarihsel açıdan Suudi Arabistan ve Körfez ülkelerindekinden daha zengin ve hoşgörülü bir İslam mirasına sahip Türkiye'den daha uygun bir laboratuvar bulamayacak. Halifeliğin merkezi ve Osmanlı İmparatorluğu'nun kalbi olarak İslam tarihinde oynadığı merkezi rol de hesaba katıldığında, Türkiye'nin liberal İslam'ı canlı bir demokrasi içine yerleştirmedeki başarısı geniş Müslüman dünyanın dikkatinden kaçmayacak. Türkiye'deki bazı kesimler AK Parti'nin Batı Avrupa'daki merkezci Hıristiyan Demokratlar'ın Müslüman karşılığı olma iddiasına şüpheyle yaklaşıyor. Hatta bazıları bu yeni partiyi yasaklamaya çalışıyor. Eğer uzlaşmaz seçkinler bunu başarırsa dünya Müslümanlar'ın gerçekten demokratik bir siyasi arenaya sahip olup olamayacağını belki de hiç öğrenemeyecek. Bu yüzden AK Parti'ye bir şans vermek gayet mantıklı.» (Radikal, 4 Eylül 2002, 1 Eylül 2002 tarihli Los Angeles Times'ten alıntı)

AB-ABD-İsrail politikalarının sözcülüğünü yapan M. Ali Birad, Ertuğrul Özkök, Serdar Turgut gibi Türk(!) gazeteciler de Michael Reynolds’un söylediklerini yazıyorlar aşağı yukarı her gün. Ertuğrul Özkök kafadan giriyor meselâ:

«GELİN küçük bir test yapalım. Soru şu: ‘‘AKP'den çıkan bir cumhurbaşkanı fikrine alışabilir misiniz?’’

Sakın bunu bir fantezi sanmayın. Çünkü şu andan itibaren hepimizin, özellikle de iddialı partilerin titizlikle düşünmesi gereken bir şey var. Onbirinci cumhurbaşkanını, muhtemelen bu Meclis seçecek. Kamuoyu anketlerine bakılırsa, Meclis'teki en büyük parti AKP olacak. Hatta tek başına hükümet kuracak çoğunluğu elde etme imkánından bile söz ediliyor. O takdirde, cumhurbaşkanını seçme imkánına en fazla sahip parti de o olabilir.»

Serdar Turgut, Pentagon’dan aldığı talimatları fırlama bir üslupla servise koyuyor:

« Bence eğer Türkiye nihai analizde (ki bu da entelektüel bir kavramdı) atıf noktası İslam olan bir partinin iktidarı ile yüzleşecekse, bu olasılığın var oluşu nedeniyle cumhuriyet tarihinin ilk günlerinden bu yana yaşanmakta olan toplumsal stresini üzerinden atacaksa, bunun en uygun zamanı şimdiydi.
AKP toplumdaki gerçeklikleri görmüş, geçmişte yaşananlardan ders almış, zaten var olan stresleri daha fazla artırmak için değil bunları ortadan kaldırmak için çalışacağını açıklamıştı.
Öte yandan dipten süren ekonomik kriz olasılığı da bu partinin iktidara geldiğinde radikal olabilmesi imkánlarını kısıtlıyordu; çünkü alınması gereken tedbirler belliydi ve dış destek olunmadan başarılı olunması imkánı yoktu.
Dış desteğin gelme şartı da iktidar partisinin ılımlı olmasına bağlıydı.
Türkiye'nin, cumhuriyet tarihinin en önemli kamburunu oluşturan nihai atıf noktası İslam olan bir partinin iktidarını yaşayarak bu korkunç stresten kurtulabilmesinin en uygun zamanı buydu.
Ayrıca uluslararası konjonktür de bu partinin iktidarına uygundu; çünkü dünyanın her tarafında örnek gösterebileceği modern bir İslami parti iktidarı aramakta olan Batı áleminin gözü Türkiye'de olacaktı, AKP iktidara gelirse.
Ve demokrasiye, insan haklarına, modernizme eklemlenmiş (havam böyleyken en çok sevdiğim kavram da budur) bir AKP iktidarı, Batı'nın da büyük desteğini alabilirdi.
CHP iktidarı ise toplumda var olan sosyal stresleri yine çözümsüz bırakacaktı; çünkü bu partinin tarihinden gelen içgüdüsü sonucunda bu sorunları dondurma amacı yine ön plana çıkacaktı.
Ve CHP iktidarı, sonuçta Türkiye'nin bir gün mutlaka karşı karşıya kalacağı nihai atıf noktası İslam olan partinin iktidarı olasılığını sadece ertelemeye yarayacaktı.
Bu ertelemenin ise daha iyi olacağı söylenemezdi; çünkü ertelemenin sonucundaki tarihte koşulların ne olacağı, o zamanki şartların bugünkü gibi olası bir AKP iktidarını kontrol altında tutmaya uygun olup olmayacağı belirsizdi.
»

Bizimkilerin, bütün İslâm dünyasına örnek Türk modeli diye tanımladıkları, yıllardır Batı pazarında ‘aman bize desteğinizi kesmeyin, yoksa İslamcılar gelir’ dedikleri yani İslâm satarak ayakta tutmaya çalıştıkları ve 11 Eylül rüzgârına tutunarak yeniden yelkenlerini şişirmeye kalktıkları Kemalizm balonunun havası kontrollü bir şekilde alınıyor şimdi. Çünkü Kemalizm bir model filân değildi aslında, dipçik zoruyla halka dayatılmıştı ve ancak ordu gücüyle ayakta durabiliyordu. Böyle bir yapılanma, Judaizmin İslam dünyasına yönelik hazırlandığı kıyâmet savaşı öncesinde hiç de tekin bir dayanak değildi. Türkiye’de orduya rağmen tek ve tartışılmaz bir güç vardı: İslâm! Şu halde müslümanların içine bir Truva atıyla bizzat girmeli ve Kemalizm’in tersinden direniş üreten baskıcılığı yerine, etkili bir uyuşturucu verilmeliydi müslüman halka. Bu Truva atının adı AKP. Bu tanımı AKP’ye bir suçlama olarak söylemiyorum. AKP’ye eleştirilerimi mahfuz tutarak, dış güçlerin AKP üzerinden ne yapmaya çalıştıklarını dile getiriyorum sadece. Kemalist kemik yapılanma da bu realiteyi görüyor, cepheden karşı duramayacağını ise biliyor, o da hızla adam yerleştirmeye çalışıyor AKP’ye; Tayyip ve -hanımları başörtülü- kurmay kadrosunun ayaklarını kaydırmayı hesaplıyor.

Ve...

Ve bir de halk biniyor bu Truva atına; halkın 28 Şubat’a, soygun-yağma ve talan Rejimi Kemalizme olan gemlenemez öfkesi biniyor; halkın gizli öncüleri biniyor...

Truva atıysa AKP, biz de varız!

TÜRKİYE’DE TÜRK VAR MI?

Alevî-Bektâşî dedeleri seçimler yaklaşırken yeniden arzıendam etmeye başladılar. Yaptıkları bir basın toplantısında buyurmuşlar ki: ‘Türkiye de 25 milyon Alevî var.’

PKK da aynen buyuruyordu ki: ‘Türkiye’de 25 milyon Kürt var.’

Geriye kalan Laz, Abaza, Çerkez, Gürcü, Arnavut, Pomak, Arap, Çingene, Dönme vs. de 10 milyon küsur ediyorsa; Türkiye’nin toplam nüfusu 60 küsur milyon olduğuna göre, basit bir matematik hesabıyla Türkiye’de Türk olmadığına ikna olabilirsiniz.

Türkiye bir mozaiktir diyenlere karşı ‘Ne mozayiği lan!’ diye kükremişti Avşar boyundan Türkeş. Oysa şu basit matematik hesabını Türkiye’nin önüne koyup şöyle kükrüyor şimdi birileri: ‘Ne Türk’ü lan!!!’

Konumuza açıklık getirmek için Yunanistan’dan bir örnek verelim: Batı Trakya’da yaşayan azınlık (Türk-Çingene-Pomak), küçük bir kısmı dışında kendilerini Türk olarak tanımlıyorlar. Hatta Osmanlı bakiyesi bir grup zenci var ve onlar da renklerine bakmadan, soran olursa, Türk olduklarını söylüyorlar. Yunanistan bundan rahatsızlık duyuyor, Lozan Anlaşması’nda azınlığın ‘müslüman’ olarak tanımlandığı argümanını vs. kullanıyor. Konumuz Türk, Yunan politikaları ve azınlık meselesi değil. Yunan Ortodoks Kilisesi’nin karizmatik lideri Hristodulos, bu konuda tarihî bir hatırlatmada bulunmuştu geçen yıl: ‘Geçmişte biz, müslüman olanların hepsine Türk diyorduk.’ Demişti.

Hristodulos’un bu tarihî tesbiti çok önemli; geçmişte Bulgar, Pomak, Çek, Macar, Ulah vs. müslüman olanların hepsine Türk deniyordu; Türk demek müslüman, müslüman demek Türk demekti.

Sen, Müslüman anlamındaki Türk kimliğini kendi ellerinle parçalama gafletinde bulunduktan sonra sıra etnik anlamda Türk’ü inkâr etmeye de gelir ve elin oğlu operasyonun bu kısmını çok daha kolay becerir.

Çünkü Türk demek, Batı dillerinde, hâlâ daha müslüman demektir ve Türk, İslâm’ın en büyük düşmanı bile kesilse hep öyle anlaşılacaktır.

Sözün özü: Türkiye, Türklere bırakılamayacak kadar önemli bir ülkedir; bilmem anlatabiliyor muyum?!

7 Eylül 2002 / Nisi

"VATAN" MÜNAZARASI VE

"VATANSEVER GÜÇ BİRLİĞİ"


Dr. Latif DENİZCİ

DOĞU STRATEJİ VE TAHLİL MERKEZİ


"- Ben bir gazeteci değilim ve her gün gazetelerde çıkan
haberleri gevelememe de lüzum yok...
Kendi yerimi bir tecrit ve sezgi mıntıkası olarak belirttiğime göre,
bu işin Türkiye açısından faydalı olan yönünü de söyleyeyim:
Türkiye artık daha fazla “yurtta sulh, cihânda sulh!” politikasında,
daha doğrusu politikasızlığında, yaşamayacaktır...
Şartlar, hiçbir hayat hâkimiyeti ve hâdiseleri teshir cehdi belirtmeyen,
bu cehdin dayanacağı şöyle veya böyle bir ideal ve
gaye tanımayan bu ceset tepkisizliğine karşı,
görüntüsünün büsbütün silineceğini ihtar ediyor...

SALİH MİRZABEYOĞLU: "ADIMLAR. 3. LEVHA: KÖRFEZ KRİZİ"



Son günlerde zuhur eden bir münakaşa veya “kayıkçı dövüşü”, tali meselelerin yanında ASIL MESELENİN ortaya çıkmasına vesile olmuştur kanaatindeyiz.

TC’nin -eli mahkum bir şekilde- Irak’a, ABD’nin ister isteği ister ricası karşılığı olarak asker göndermesinin alt yapısının oluşturacak ve böylece de toplumu bu bayağı ve alçak fiile alıştıracak bu münazara, “VATAN NERESİDİR?” suali çevresinde dönmektedir.

Tıpkı Amerika gibi KÖKSÜZ olan bir kısım güruh ki, ta’lihsiz bir şekilde 80 senedir bu memleketin idaresini ele geçirmiş bulunmaktadır ve bu manada da “analist” Ferruh Sezgin’in ifadesiyle “BU ÜLKEYİ İSTİKLAL HARBİNDEN BERİ HAİNLER YÖNETİYOR!” sözüne uygun durumu, söz ve fiilleriyle doğrulamaktadırlar.

"Galiçya, Yemen, vatan mıydı?.. Oralarda mehmetçiğin öldürülmeleri hala tartışılır! Atatürk, böyle bir savaşın cinayet olduğunu söylemektedir. vesaire... vesaire... vesaire...”

Şimdi, münazarayı başlatan bu sözün sahibi, General Çetin Doğan; bu zat, general emeklisi oldu-olacak ve giderayak, Irak’a asker GÖNDERİLMEMESİ İÇİN bu sözleri sarfetti.

Bu sözler üzerine de, "tarih bilgisi yoksunu!" olarak vasıflandı, Irak’a asker gönderilmesi taraftarlarınca ve “Yemen’in “vatan toprağı” olup, Galiçya’nın da harb ittifağı neticesinde dolaylı olarak vatan sayılması” gerektiği cevablarını aldı.

Tarih bilgisi yönünden bakıldığında, ikinciler haklı ve general eskisi -hem de B‚G’nin Başkanı- General -eskisi- Çetin Doğan, zaafiyet içinde...

Memleketin selameti açısından ise, General Çetin haklı!..

Oldu mu şimdi; memlekette ne kadar müslüman varsa fişleyen, 20 MİLYONLUK idam listeleri hazırlayan ve Cezaevlerindeki katliamların müsebbibi “28 Şubatçılar” ile BİZ, aynı saftayız, zahirde!..

Zahirde!..

Bu "birliktelik" meselesi ne kadar zahir de ise, bunların meselelere bakışı ve tavır almaları da (yukarıda kastettiğimiz “münakaşa”nın taraftarı her iki grup için de geçerli) zahiri birtakım köpürtülerle gerçekleşmektedir...

Şu “vatan neresi” münazarasının istenilmeyen noktalara çekilebileceğini bildiklerinden, meseleyi hemen bağladılar da:

"Kore, vatan toprağı mıydı ki oraya asker gönderdik?.. Bu stratejik bir karar idi ve NATO’ya girmemiz için gerekliydi... Şimdi bunun tartışılması yapılıyor mu?”

General -eskisi- Doğan’ın ifadelerine karşı Zwi Çengiz Çandar, Zwi’ist Taha Akyol’un bu ifadelerini söyleyerek mevzuyu bağlamaya çalışıyor...

Fakat, bu mevzu o kadar kolay ve basitçe geçiştirilecek bir mesele değildir.

¥

Öncelikle şunu ifade edelim ki, bu meselede olduğu gibi, yaklaşık olarak iki senedir devam eden ve özel olarak, askeriyyenin içindeki “28 Şubatçı” güruha karşı fakat umumiyetle, topyekün askeriyyenin ileri sürdüğü “fikirlere” karşı, “Siviller”in bir “muhalefet” tavrı var ve artık “emret Komutanım!” ayininin bittiğini gösterir ifadelerin sona erdiğini göstermektedir bu durum.

ıkca yazmak gerekirse, bu hal, “demokrasinin” veya “sivilleşmenin” bir ZAFERİ falan değil, tam aksine, “onlarla” anlayacakları dilden konuşanların yaptıkları tavır ile, ortaya koyulan FİİLİYATIN çıkardığı bir vaziyettir.

Bun da ise, "28 Şubat” devrinde, ezilen, kırılan, yumuşayan-omurgasızlaşan güya liberalleşme, sivilleşme yanlılarına (bunlara sözde müslümanları veya sözde liberal demokratları katabilirsiniz.) RAĞMEN, başta METRİS ZİNDANI olmak üzere, zindanlarda İBDACILARCA verilen mücadelenin ve özellikle 5 ARALIK ZAFERİNİN büyük tesiri vardır.

Mütefekkir Mirzabeyoğlu’nun, 5 Aralık sonrasında söylediği, “artık fiyakaları bozuldu!” ifadesi, aradan çok geçmeden, Erzurum gibi bir yerde, tamamen siyaset harici bir mesele yüzünden HALKIN JANDARMA BİRLİĞİNİ TAŞA TUTMASI ile doğrulanmaya başlamış ve ardından da, “bozulan fiyaka”nın cılkını çıkartıcı ve neredeyse “hakarete varıcı” ifadelerle askeriyyenin tavırlarına karşı bir muhalefet başlamıştır.

Fakat burada unutulmaması gereken nokta, İbda bağlılarının önderliğinde açılan bu yol, Anadolu üzerinde büyük planları olan güçleri de cezbetmiş ve onlar da bu sefer bu “fiyaka bozumu” üzerinden ilerlemeye ve satın aldığı kalemler ile bir milletin gurur kaynağı ve emniyeti olması gereken “Ordu” üzerinde kendi planlarına uygun itham ve küçük düşürücü faaliyetlerde bulunmaya başlamışlardır.

5 Aralık 1999’da Metris Zindanında 66 Adam’ın, kendilerine saldıran 3000 kişilik seçme askeri birlikten esir aldığı 300’ün üzerindeki Subay, astsubay ve özel harekatçı ile Jandarmadan müteşekkil askerin durumunu, bir manada, Irak’ın kuzeyindeki Süleymaniyede esir edilen, başlarına çuval geçirilen, işkenceli sorgudan geçirilerek kemikleri kırılan Özel Harekatçı (bordo bereliler) askerlere benzetmek mümkünse de, arasında MÜTHİŞ FARKI da görmek gerekir.

Metris zindanında esir edilen askerlerden ilk arbede anında yaralananlar hariç hiçbirine en küçük bir fiske vurmak bir yana, kötü muamele bile yapılmamış ve ekmekler, sigaralar dahi paylaşılmış ve hatta, içeriye yapılması düşünülen saldırı esnasında grayderin kepçesiyle kırılacak olan duvarın arkasından bile -6 metrelik taş beton duvarın altında kalıp da ölmemeleri için - uzaklaştırılmışken, Süleymaniye’de bombalar atılarak, kurşunlarla taranarak yapılan saldırı akabinde AĞIR İŞKENCELERDEN geçirilmeleri bir yana, bir de haklarında TSK tarafından soruşturma açılmıştır!!!

Birincisi, MİLLETİN ÖZ GÜCÜNÜN, Milletin emniyetini sağlamakla yükümlü olan güce karşı “haddini bil ve ayağını denk al!” İHTARIYKEN, ikincisi, Milletin emniyetini sağlamakla yükümlü olan güce ve esasında Millet’e karşı yapılan bir saldırıdır!

Milletin emniyet kaynağı ve gurur kaynağı olması gereken ve “Özel Hareket Birliği” olarak da bir “savaş makinesi” olması gereken hususiyetlere sahib bulunan birliğin bürosuna karşı yapılan bu saldırı, bu birliğin “küçük düşürülmesi” yanında, Millet’e, “sizin en seçkin askerlerinizin hali işte bu! Direnmeyin!” mesajını vermekten başka bir manaya gelmemektedir

Dikkati çeken nokta ise, 5 Aralık 1999 Milletin İhtarı’na karşı vaveyla kopartan güruhun, Süleymaniye’de, “en seçkin savaşçılarının rezil ve kepaze edilerek esir alınmalarına” iki üç günlük bir “teessüf ederiz!” açıklamalarından başka bir karşı tavır almamalarıdır.

Bunun sebebi ise, tıpkı “Vatan neresi?” münakaşasında olduğu gibi, dertlerinin Vatan değil, kendi iğrenç çıkarları olmasıdır.

¥

Devlet’in yarı resmi “strateji kurumu” ASAM-Avrasya Stratejik Araştırmalar Merkezi’nden tutun da TSK’nin “çok bilmişlerine”, Bozkurt ismini kullanan Nasyonalist çevrelerden KemalistSol altında toplanan Sol’culara ve şimdilerde adı Muhafazakar Demokrat olan müslümanından, eskinin “keskin müslümanı” olup da şimdi “omurgasız müslüman” vaziyetine girenine kadarının, bu meselede söylediklerine bir bakınız; Öz’e dair, Asıl’a dair dikkate değer bir ifade bulunması bir yana, söylenenlerin, “diğerinin” (bu “diğer” de, kendi-si-leri haricindeki “herkes”dir.) “tarih zaafiyeti” veya “niyeti” üzerine söylenmiş kuru ifadelerden müteşekkil olduğunu göreceksiniz.

İçlerinden, “Çiller’in A Takımı” ismiyle bir dönemler anılan ve Uzak Doğu’da ABD emrinde, BBP’li “elemanları” kullanarak “operasyon” yapmanın “teorisini” kuranların, “vatan kavramı yenidir, Namık Kemal’le başlar, önceden böyle bir kavram yok idi!” gibi “çok derin ve çok teorik!!!” ifadeleri ise, tam evlere şenlikdir ve bir devirler bu kafaya mensub olanların devletin siyasetini yönlendirdiğini düşünmek ise insanı ürpertmektedir.

Dikkati çeken bir diğer nokta ise, Vatan münakaşasında, her bir tarafın illa ki “Atatürk şöyle yapmıştı... böyle yapmıştı... aslında şöyle yapacaktı da ömrü yetmedi... o anlaşılamadı... işte yanlış anlaşılınca da böyle oluyor!” gibi sözleri kullanmaları...

Bu meyanda, "Akşam” gazetesinde yazı yazan ve komşusu olan askeri yazarlardan aldığı “derin” bilgileri millete “pazarlamaya” kalkan birisinin, Atatürk’ün Fevzi Çakmak’a Afganistan’la alakalı verdiği emirleri yazması ve “işte Atatürk böyle idi!” demesi, tam bir köylü kurnazlığı!..

Lafta kalmış “günlük” hayhuyun haricinde Atatürk devrinde, onun Afganistan ile “yakın igisi”, burayı ziyarete gelen Afgan Kralı ile havuzda ÇIRILÇIPLAK YÜZEN FAHİŞELERİ KOVALAMAKTAN ibaretdir sadece; eğer bir başka “ilgi” olduğunu -pratikde- bilen varsa, buyursun!..

Niyeti bu olsa idi, Sovyetlerin o kuruluş günlerinde hem Bolşevizme hem de İngiliz emperyalizmine en büyük darbeyi vurabilecek veya onları bayağı uğraştırabilecek bir hareket içine girmiş bulunan Rusya Müslümanlarının sesi mevkiine gelmiş Sultan Galivey ve onun “sekreteri” Mustafa Suphi ile ilişki kurardı, Mustafa Suphi’yi Yahya Kaptan’a, Yahya Kaptan’ı da Topal Osman’a katlettirmezdi. Veya, kendisine Asya güzergahına seçen, iyi bir teşkilatçı Enver Paşa’yı desteklerdi.

Fakat, onun derdi de bu değildi; yani Vatan değildi!..

Onun ve etrafında yuvalyalan Sabatayist ve Ateist muhitin tek derdi, HİLAFETİN VE SALTANATIN KALDIRILMASI KARŞILIĞI HÜKÜMRANLIK YAPACAKLARI BİR TOPRAĞIN KENDİLERİNE İNGİLİZLERCE VERİLMESİ idi.

Bu tarihen de sabittir.

Şöyle ki:

31 Ekim 1922’de Bakanlar Kurulu’nun Lozan Konferansı delegesi adaylarını belirlemesiyle, Heyet-i Murahhasa Reisi olarak İsmet Paşa, “İkinci Murahhas” olarak “Umur-u Sıhhiye ve Muavenet-i İçtimaiyye Bakanı” Rıza Nur ve diğer murahhas olarak da Trabzon mebusu Hasan Hüsnü (Saka) Bey tayin edilmişlerdir.

Tayin yapıldıktan sonra, (Rıza Nur’un; İsmet İnönü ile Mustafa Kemal’in tebrik ve övgüler yağdırdıkları Rıza Nur’un ifadesidir) Mustafa Kemal, İsmet Paşa ile Rıza Nur’a şunları söylemiştir:

"ESASLARIMIZ ŞUNLARDIR... BAKTINIZ Kİ, HATTA TRAKYA’YI ALAMIYORSUNUZ, SÖZLERİNDEN DÖNÜYORLAR, UĞRAŞMAYIN, TERKEDİP SULHÜ YAPIN, HATTA İCABEDERSE İSTANBUL’DAN DA VAZGEÇMEK LAZIMDIR. MUSUL İÇİN HİÇ UĞRAŞMAYIN!”

Bu ifadenin bir yerinde bize "Vatan endişesi”ne dair kırıntı bulabilir misiniz?..

Bulamazsınız; çünkü yoktur!..

Bu vaziyettir ki, İkinci Dünya Harbi esnasında ve sonrasında harbeden iki tarafça da müteakip dafalar yapılan “Oniki Adaları alınız!” teklifine, “acısı sonradan çıkar ve şu eldeki hakimiyet sahibi olduğumuz topraklar da gider!” denilerek devamlı red cevabı verilmiş ve bu da “dirayetli siyaset!” olarak lanse edilmiştir!.

¥

Vatan meselesini münazara yapacaksanız eğer, “Galiçya, Yemen vatan mıydı, değil miydi?!!” gibi -artık- “kuş pisliği” kadar bile kıymeti olmayan (ve şimdi birtakım iğrenç çıkarlara alet edilen) meseleler üzerinde değil, buyrunuz LOZAN ANDLAŞMASI ile başlayınız; işin sırrı, esası orada!..

Üstelik bugun kendisi "sizi" "stratejik ortak" olarak ilan etmiş bulunan ABD, Lozan Andlaşması’nı tanımak bir yana (bunun içindir ki, ABD’nin gözünde TC diye bir devlet yoktur, “tanınmamıştır” ve andlaşmalar “ikili andlaşmalarla” devam eder) Lozan’ın tasdiki için yapılan müzakereler esnasında Kongrede Senatör Upshov, “BU ANDLAŞMAYI YAPAN, İMZALAYAN KİŞİ, SEFİH, KAFATASCI, HUNHAR, CANAVAR BİRSİDİR!” diyerek Atatürk’e hakaret dahi etmiştir ve andlaşma da ABD Kongresinde imzalanmamıştır.

Mütefekkir’in ifadesiyle, "DEVLETLERİN SINIRLARINI ÇİZEN ANDŞLAMALAR DEĞİL FİİLİ DURUMLARDIR!”

Bu meyanda, O’nun en başa aldığımız ifadesi, bugün “stratej” diye arz-ı endam edenlerin fikirsizliklerini veya O’nu ne kadar geriden hem de Emperyalist çıkarların esiri olarak takipçisi olduklarını ortaya koymaktadır.

İbda bağlıları olarak, “ANADOLU’YA VATAN DEMEK, BU MİLLETE İHANETTİR; BURAYI VATAN OLARAK KABUL ETMEK, TÜRK’ÜN, İSLAM’IN ANADOLU’YA HAPSEDİLMESİNİ KABUL ETMEK DEMEKTİR!.. BİZİM VATANIMIZ, -ASGARİ- OSMANLININ HUDUDLARIDIR!..” diye defalarca yazdık.

¥

Şimdi çıkmış AKP’nin Dışişleri Bakanı Abdullan Gül, “Türkiye’nin çıkarları Anadolu’ya hapsedilemez!” demeye başlıyor!.

Sormak lazım; hapsedilemez, pek iyi, o halde ne yapmalı?..

"Irak’a Kızılay faliyetlerinde bulunmak, yardımların düzenli yürümesini temin etmek, hayatı normal akışına çevirmek için asker göndermek gerekir!”

Böyle diyor ve diyorlar!

Irak’da "normal" bir hayat vardı, ama birileri yıktı; harb esnasında bile akan sular, yanan lambalar bugun yanmıyor ve bunun müsebbibi de ABD!. O halde bırakınız, tüm dünya karşı çıkarken binlerce insanı öldürerek bu işe girişti, altından da o çıksın!..

"Komşuda yangın varken, evde oturulmaz!”

Onu "yangının” çıkacağı besbelli iken engellememekle hakettiniz...

"Müslüman asker gelsin ki, ABD gitsin!"

Afganistan’dan gitti mi?..

Söylenenleri ve tek cümlelik cevabları uzatabiliriz ama lüzumü yok...

¥

Bugün ABD, Irak’ta "sıkışmış” durumdadır.

ABD Ordusu’nu tanıyanların söyledikleri ifadelerin “doğruluk” payı mevcuttur; bunlara göre, ABD Ordusunun savaş morali ilk üç aydan sonra, direniş olduğu takdirde “bozulmakta” ve Orduda “zayıflık” başlamaktadır.

1000’e yakın askerin firari olması, askerlere psikologlarca seanslar düzenlenmesi, bu bilgileri doğrulamaktadır.

Elbette bu vaziyet, "artık ABD, hemen oradan çekip gider” ve hele ki, (AKP’li temsilcilerin herkesi kendileri gibi sanmaları sebebiyle söyledikleri) “ABD’nin bir an önce gitmesi için de müslüman askerlerin gelmesi lazım; yani TC’nin Irak’a asker göndermesi gerekir!” manasına gelmez.

ABD üzerinden SİYONİZMİN Ortadoğu saldırısı, öyle 100 yıllık bir hesablaşma değil, -bizdeki “28 Şubatçıların dediği gibi- 1000 yıllık bir hesablaşmanın adımıdır ve onlar, “askerimizin bazılarının kafaları nezle oldu!” demekle de oradan çekip gitmezler.

Hem, ABD’nin oradan çekip gitmesi için, madem "müslüman askerin gelmesi lazım!”; o halde niçin ABD, İslam Kalkınma Konferansı’nın “idareyi bize devredin ve tamamen çekilip gidin!” teklifini reddetmiştir?!

¥

Bu "vatan neresi?" münakaşası, bahsettiğimiz gibi, ESASA gitmeden kesilmiş ve dertlerinin TC’nin Irak’a asker göndermesinin “teorisi”ni kurmak olduğu anlaşılmıştır.

Bunun mümkün olup olmadığını veya makul olup olmadığını anlayabilmek için, bitakım meselelere gözatmak gerekmektedir.

Öncelikle Irak’a asker göndermenin Anadolu’nun emniyeti ile bir alakası olup olmadığının, buna “evet!” cevabı verildikten sonra da, gönderilmesi istenilen yerin neresi olduğunun da kesin olarak hesablanması gerekmektedir.

Irak’taki bu vaziyetin Anadolu’nun emniyeti ve stratejik istikbali ile YAKIN BİR ALAKASI ASLA BULUNMAMAKTADIR!.

Muhayyel Kürdistan’ın iki elebaşısı olan ve kendilerini Siyonizme tamamen satmış bulunan Barzani ve Talabani -velevki!- bir devlet kursalar dahi, İÇ’TE SAĞLAM DURDUKÇA, kurulmuş bulunan bu Kürdisan’ın “İSRAİL KÜRDİSTAN’I” olacağı aşikar olacağından ötürü, İÇ’E bir tesirinin olması pem mümkün değildir.

Kaldı ki, bu devletin dünyaya açılış kapısı da TC toprakları olacağından -dirayetli, feresetli ve rikkatli bir idare elindeki Anadolu üzerindeki devlet tarafından- kontrol altına alınması son derece kolay olacaktır.

Hele, PKK’nin bu muhayyel Kürdistan’a soğuk durması ve onu iyi “teşhis etmesi”, Güney Kürdistan’da tesir sahibi olan bu teşkilatın da kullanılarak bu iki aşiret ağasının nefeslerinin de kesilmesi sağlanabilir.

Demek ki, oradan bir tehlike -büyük çaplı bir tehlike elbette- gelmesi, son gelişmeler ışığında pek mümkün değil!.

Hadi diyelim ki, "Irak’ın kuzeyinden bir tehlike mevcut ve bizim asker göndermemiz gerekir!”; ama TC’den istenilen askeri gücün, Kuzey’e değil, Orta Irak’a yani Anadolu’yu KESİNLİKLE tehdit etmeyen, Saddam’a bağlı olan ve olmayan kuvvetlerce devam ettirilen ve hergün işgalci askeri güçleri öldüren isyanın olduğu bölgeye gönderilmesi planlanıyor.

Bu bölge ise, gazetelerde de artık yazılıp çizilmeye başlandığı gibi SAF SÜNNİ TOPLULUĞUN bulunduğu coğrafya...

Bunun içindir ki, Cengiz Çandar gibi Yahudiler, Ehli Sünnet vel Cemaat bağlısı insanların gerçekleştirdiği bu isyanı, “KARANLIKÇI TERÖR HAREKETİ” olarak isimlendiriyorlar.

Kendileri için "karanlıkçı”; Afganistan başta olmak üzere, dünyanın neresinde Siyonizme bir isyan varsa, bu hep SÜNNİ KARAKTERLERİ...

İşte “İkiz Kuleleri” imha eden El-Kaide veya Taleban...

İşte Irak’taki direnişi gerçekleştirenler...

İşte Anadolu’daki İbda fikir hareketi...

Fakat burada bir "tuzak" sözkonusu; sünniler "çarpışıyor” da “diğer müslümanlar” işbirliği yapıyor imajı verilmeye veya “rahatsızlık” verenlerin “sünniler” olduğu ifşa edilip, diğer mezheb mensublarının “isyan etmezseniz, size dokunmayız; bizim derdimiz bu isyankar sünniler!” diyerek cephe genişletmeme çabası içinde olunduğu gözlenmektedir.

Bilinmelidir ki, Siyonizmin derdi sadece "Sünniler" değildir; şu anda mücadeleyi yürütenler onlar olduklarından böyle bir ifade kullanıyor olsalar da, onların derdi TOPYEKÜN İSLAM VE MÜSLÜMANLARDIR!

Türkmenlerin yarıya yakını Şii’dir ve hiç de Orta Irak’taki gibi bir mücadele içine girmemiş olsalar da, işte son günlerde yapılanları görmek lazım... Bunlar, ibretlik meseleledir.

İşte, TC askerinin sevk edilmek istendiği bölgenin karakteri böyle; bu bölgeye eğer TC askeri sevkedilirse, bilinmelidir ki, Siyonist askerin muhatap olduğu davranış ile karşılaşacaktır ve orada onca asker cesetine rağmen TC askerinin bulunmasının haklı bir sebebe dayandığını da kimse bu millete anlatamaz!.

Üstelik, nüfusunun çok az bir kısmı dışında topyekün Sünni olan Anadolu insanı ile (ki, bu insanlar, 100 sene önce oralara asırlarca adeletle hükümran olmuş Osmanlı’nın evladlarıdır.) Irak halkının arasını açmanın bir yoludur oraya asker sevkine karar vermek; Sünniyi Sünniye kırdıracaklar ve “buğz” oluşturacaklar ve böylece de Türk’ün (Anadolu’nun) tekrar ayağa kalkışının önüne bir sed çekecekler!.

Bu "kırdırma” meselesinden daha önceki tahlillerimizde de bahsetmiştik; Türk’ü Türk’ü, Kürd’ü Türk’ü, Kürd’ü Kürd’e “kırdıracak” bir İÇ SAVAŞIN eşiğindeyiz, demiştik...

Bu faaliyetin emareleri, oldukça arttı.

Bunun üzerine bir de Irak (ve tabiatiyle bölge insaniyle) aranın açılmasını da ekleyin, işte o zaman Siyonizm emeline büyük ölçüde vasıl olacakır.

Artık, İslam’ın mücadelesini verecek bir taraf kalmayacak ve bütün müslümanlar (ve müslüman cografyası), “batan geminin kaptanı!” misali kendi başlarının çaresine bakmaya kalkışacaklar, kısaca “küçük lokma” olacaklar ve böylece de kolayca “köleleştirilmecekler”...

İşte buna engel olmanın yolu, IRAK’A ASLA ASKER GÖNDERMEMEKTEN GEÇMEKTEDİR.

¥

Fakat, iktisaden kuşatılmış ve siyaseten haczedilmiş bulunan TC’nin idarecileri (ki, çoğu, bu “haciz” işleminde gönüllü rol oynamışlardır.) zorda olsa Irak’a asker sevkine dair karar çıkartma planları içerisindedirler.

Kimilerinin dedikleri gibi, "Türkiye çaresiz asker gönderecek!" gibi bir mantık hatalı ve köleliğin ve TC’nin “muz cumhuriyeti” olduğunun itirafıdır...

Bir devlet nasıl çaresiz kalabilir?..

Devleti idare edenler SATILMIŞ BİRER HAİN olabilirler ama, bu Devlet’in tamamen ihanet ehlinin elinde olduğu manasına gelmez; VATANSEVER KUVVETLER muhakkak, en kötü ihtimalde dahi Devlet’in lehine bir faaliyete girişebilmenin yolunu bulabilirler.

Mesela, Orta Irak’a da olsa sevkedilen askerlerin başındaki üç-beş vatansever subay, buradaki direnişi teşkilatlandırabilir, isyancılarla zımmi bir andlaşma yapabilir, “Sünni gerilla mücadelesine” engel olmamanın karşılığında Türk askerlerine saldırı yapılmamasını sağlayabilir ve hatta bu saldırıları, Güney Kürdistan’da da organize ederek iki hain aşiret reisinin emellerine ulaşmalarına engel olucu tavırların meydana çıkmasına vesile olabilir...

Bunlar hep, "mesela!" hududları içerisinde ve “binlerce mesela şıkkı!” ortaya konulabilir; böylece, en kötü vaziyeti bile, kendi faydamıza karşı kullanabilme imkanına sahib olabiliriz...

Fakat bu "irade"yi ortaya koymak, öncelikle TC’DEN SİYASETEN KOPMAYI ve YENİ BİR NİZAM uğruna mücadele içine girilmesini luzümlu kılmaktadır.

TSK’nin ve Devletin tepesi, Ferruh Sezgin’in ifadesiyle "İstiklal mücadelesinden beri hainlerin” İŞGALİ altındadır; ve bunlar, asla böyle bir faaliyete izin vermeyip, bunun engellenmesi için de elllerinden geleni yapacaklardır.

İşte mesele burada ortaya çıkmaktadır.

"Vatan"ı kuru bir toprak parçası olarak mı görmek gerekiyor yoksa, bir “iman” meselesi olarak...

İkinci şıkkı işaretleyen sivil ve asker herkesin bu ‰teş”n günlerde hemen karar vermesi gerekiyor...

Ki, iş işten geçmesin!.



İrtibatlı makaleler:

1) Dr. Latif Denizci: İbdacı Vatan Anlayışı "Birlik" Zeminidir.

2) Mustafa Saka: Türkiye Türklere Bırakılamaz.


(Not: Bu yazı, "akademyayadogru ve doststrateji.cjb.net sitelerinde 2003 senesinde yayınlanmıştır.)