Wednesday, January 07, 2009

GAZZE GÖSTERİLERİ ÜZERİNE DÜŞÜNCELER


Genel Manzara

Kutsal topraklarımızı işbirlikçileri eliyle 1948’den beri işgal eden Siyonist devlet, sekiz günlük hava saldırısından sonra Filistin Devleti topraklarına tecavüz ederek Gazze’yi işgale cüret etmişdir. Gelen haberlere göre, HAMAS bu işgale karşı mukavemete başlamış, elinde teknoloji ile “bağlı” olmayan silahlar vasıtasıyle, tamamen insani çaba ve cehde bağlı taktik hamleler ortaya koyarak, işgalci siyonistleri darbelemeye başlamıştır.

HAMAS’in tankı ve uçağı olmadığından, mukavemetini sokak harbi esprisi içinde inşaa etmesinden ve herbir sokağı en ağır bedel karşılığı teslim etmesinden daha tabii bir hal olamaz; umulur ki, zırhlı araçlar ve uçakların bombalaması ile işgalciler, Gazze’nin her bir yerine ulaşabilir, mümkündür, fakat, o zırhlı araçlardan dışarıya çıktıkları an karşılacakları taarruzu karşılayabilecek bir “ruh durumu”na sahip olmalarına imkan vermiyoruz. Bugünkü (6 Ocak) çatışmalar esnasında –haber bu sekliyle doğru ise eğer- işgalcilerin kendi askerlerinin bulunduklari binayi tank atışıyla yıkmalariyle en az 5 ölü, 30 kadar da yaralının ortaya çıkması, “ruhi durum”larını ortaya koymaktadır: Son teknoloji ve gece görüş dürbünleri ile teçhizatlanmış işgalcilerin, kendi elemanlarının hangi noktada nerde olduğunu bilememelerine imkan var midir, elbette yoktur, fakat dört bir yandan sıkıştırılmış, herbir tarafdan üzerlerine mermi ve roket yağıyorsa, işte o zaman, hedef gözetmeksizin ateşe başlanır ki, bu, “panik” alemetidir! İşte o panikle de kendi adamlarını öldürmek “basit” işdir! İşte “ruh halleri” bu!

İşgalin başlamasının haber alınmasıyle, ülkemizde gece gündüz oldu ve insanlar sokaklara dökülüp, Siyonist devletin konsolosluklarının etrafında toplanmaya başladı. Cumartesi ve Pazar devam eden bu hareketlilik, elbetteki Filistindeki muhariplere güç ve şevk vermişdir; dünyanın herhangi bir yerindeki, kapı komşusu Mısır’daki gösteriler bile, Anadolu kıtasındaki eylemlerin gerisinde kalmıştir “kudreti” ve “tesiri” sebebiyle Gazzelilere! Burası, Anadolu; burası, 1000 senelik İslam hakimiyetinin merkezi toprağı!

AKP ve İran Kurnazlığı

TC Devleti, Başbakanı ve Cumhurbaşkanı ile birlikte toplantılar tertip etmiş, “duruma çare” bulmaya çalışmış, Başbakan RTE, Ortadoğu turuna çıkmış, başdanışmanı Ahmed Davudoğlu da Fransa Cumhurbaşkanı Sarkozy’nin özel isteğiyle, onunla birlikte Suriye ziyaretine katılmışdır. Başbakan RTE, Siyonist devletin işgaliyle alakalı olarak, çok ağır sözler sarfetmis, “İsrail, teklifimizi cevaplayacağını söyledi ama hala dönmedi” diyerek de onu yalana sarılmak, barışdan kaçmak ve TC’yi kaale almamakla suçlamıştır. Siyonist devletin veremediği cevabı Jerusalem Post gazetesi vermiş ve “siz kuzey Irak’ı bombalıyorsunuz, biz de Gazzeyi, ne fark var?” diye yazmış ve TC’yi “yumusak karnı”ndan vurmuştur. Bunu yanında, batılı devletlerin “savunma maksadlı savaş” diyerek maskelemeye çalıştıkları vahşi saldırıya karşı tavır almamaları, Birleşmis Milletler Güvenlik Konseyi’nin, Çin ve Rusya dahil üyelerinin bir kınama bile kaleme alamamalarının da üzerini çizmek gerekir, gerekirse eger!

İran ise, herzamanki “Fars kurnazli”ğiyle hareket etmiş ve “cazgırlığa” başlamıştır. Bu İran, Filistin’in hamisi Saddam Hüseyin, Siyonistlere karşı direnirken, boynuna ip geçirilip şehid edilirken neredeydi? Bu İran, bilmiyor mu, Saddam Hüseyin, Filistini hakiki olarak destekleyen tek devlet başkanı idi! O, “ümmetin yetimleri”nin, ümmetin namusunun bekçiliğini yaptığını biliyor, eğer Filistin ve Irak ayakda durursa siyonizmin emellerinin gerçekleşmesinin engelleneceğini görüyordu, bunun için de direnişe –kim olduğuna bakmadan- her türlü desteği veriyordu; fakat, İran’ın desteğiyle Saddam Hüseyin devrildikten sonra, Irak’a ne olduğuna bakmak ve buna bakarak da Filistin’de ne yapılmak istendiğini görmek gerekiyor! Filistin de tamamen parçalanmak, olmazsa işgal altında tutulmak isteniyor ve bağımsız Filistin Devleti böylece yok edilmek isteniyor, bunu görmek gerekiyor! Ve bunun arkasındaki güç, biri Siyonist devlet ise, diğeri de Irak’ı parçalatan İran’dır!

Şimdi gazetelerde okuyoruz, “Tahran havalimanında 70 bin ögrenci Gazzeye gitmek icin kuyruğa girdi!” gibi tamamen kurmaca, sahtekar, gercekdışı, ajitatif haberleri; sormak gerekir, sen, İran, Lübnan Hizbullahı İsraille muharebe ederken bile kılını kıpırdatmadın, sadece laf yaptın da, tamamen sünni bir direnis hareketinin mukavemetine hem de Şii “öğrencileri” nasıl göndereceksin ve buna hangi “sünni” inanır?!

İran bu iken, İstanbuldaki gösterilerde, İran Cunhurbaşkanı Ahmedinejat’in (ve Hizbullah Lübnan liderlerinin) posterlerinin, “ümmetin tek ümidisin” gibi herzeler eşliğinde taşınması, iki kelimeyle öküzlük ve hainlikdir! İran, tarihin hiçbir devrinde “ümmetin ümidi” olmamış, bilakis devamlı “çıbanbaşı” olmuştur; bunu bırakıp, “şimdiki İran”i kaale alırsak eğer o zamanda en yakın “vukuatı” olarak bahsettiğimiz Irak ihanetini görürüz! Bu posterleri taşıyanlar, “durumdan vazife çıkarıcı şirin tipler”den başkaları değillerdir ve Anadolu insanının “iyiniyetini” istismar etmektedirler ve elbette ellerine geçecek olan sadece o posterleri taşımak olacakdır!

Gösterilerdeki Hedefsizlik

Gösteriler üzerine konuşmak da gerekiyor...

Saadet Partisinin Pazar günü İstanbulda miting yapacağını bile bile, bazı derneklerin insanımızı Taksim’e çagırmaları, “bölücülük” olarak da değerlendirilebilir; bu grubların, “özgürlükçü... sivil toplumcu” sloganları devamli kullanmaları ve özellikle AKP’ye karşı “sessiz” durmaları, Saadet Partisi mitingine rağmen aynı gün, farklı yerde farklı bir saatde eylem yapmalarını, SP’ye bir “darbe” olarak değerlendirmek gerekir. Keza, bu derneklerin gösterilerinde bahsettiğimiz posterlerin ve dövizlerin taşınması, bu darbe’nin “zihniyetini” de ifşa eder!

Gösteriler esnasında atılan sloganların, tabii olarak Siyonist devlete yönelmesi normal olsa da, TC devleti ve hükümetini ZORLAYICI bir ciheti olmaması da, dikkate değer... Bu gösteriler Filistinde, Gazze’de yapılmıyor, yapılan yer Anadolu ve tabii olarak da HEDEFİN, oradaki katliama faydasız hareketlerle müdahale eder bir görüntü sergileyen AKP hükümeti olması gerekirdi. Fakat bahsettiğimiz gibi bu (Taksimdeki) grubun “özgürlükçü sivil toplumcu” ve üstelik “müslüman” olması bunların 95´lerden beri RTEnin desteğiyle yürüyor olmaları sloganların hedefinin AKP olmasını engellemistir kanaatindeyiz. Oysa Saadet Partisinin ve Tüm Tüketiciler Birliğinin eylemlerinde hedef hem Siyonist devlet hem de onunla işbirliği içinde bulunan AKP hükümeti olmuştur.

Haftaiçi olması sebebiyle ara verilen eylemlerin Cuma günüyle birlkte tekrar başlayacağını ve bu seferki eylemlerde BAŞ HEDEF olarak AKP HÜKÜMETİNİN alınacağını veya buna uygun sloganların atılmaya çalışılacağını temmenni ediyoruz.

Hedef AKP ve GKB

Orada bomba atan her uçağın pilotu, Konyada eğitimden geçirildi; Siyonist devletin oradaki herbir saldırısında TC devleti ve hükümetinin abartısız katkısı mevcut; hala bu topraklarda yahudi pilotların eğitimleri devam ediyor; bu manzara karşısında, gösterilerdeki tek hedefin Siyonist Devlet olması, ya başını kuma gömmektir veya eylemleri saptırmakdır! Bu sapmalardan birisi, İran’ın bu topraklarda “ümid” olarak gösterilmeye çalışılması olduğu gibi, AKP’nın demokrasi ve özgürlük yanlısı olduğu, içerde darbecilerle uğraşırken, elinin kolunun bağlı olduğu, bu tür andlaşmaları onların yapmayıp, en kısa zamanda kaldırmak üzere “devam ettiricisi” olduğu gibi “sapkınlık”lardır; veleyki bu dedikleri doğru olsun, ki AKP’nin başı RTE’nin (kendi danışmanı “çökmüştür!” demesine rağmen) hala “BOP Eşbaşkanı” olmakla övünmesi malumdur, evet, bütün bu şartlara rağmen, “vakti gelince kaldırmak üzere” bu andlaşmalara “mecburen katlanıyorsa AKP” eğer, işte o fırsatı ona vermek, HALKIMIZ KARŞI diyerek Siyonist devletle yaptığı bütün askeri andlaşmaları geri çekmesi için Gazze eylemlerinde AKP hükümetinin hedefe alınması ve sıkıştırılması, zorlanması gerekir! Fakat sadece AKP değil, aynı zamanda bğtğn bunların planlayıcısı Genelkurmay Başkanlığının da bu tavırdan pay alması gerekir; zorlama ona da yapılmalıdır!

O halde, eylemlerin, “ülkenin demokratikleşmesi” için de kullanılabilir tarafı, darbe yanlılarının haddinin bildirilebilir olma tarafı üzerinde çalışmak gerekiyor; Filistinli yiğitler, bizim buradan yapacağımız herbir gösteri ile MORAL GÜÇ bulacaklardır, fakat eğer eylemler, İÇERIK ve HEDEF İTİBARİYLE değişirse, Gazze’deki eylemcilerin güçlenmesi yanında ülkemizdeki baskıcı, darbeci klikler de rahatsız edilecek, HALKIN GÜCÜ gösterilmiş olabilecekdir. O halde, eylemlerin hedefine, Siyonist devlet yanında ve ondan da fazla bir şekilde AKP hükümeti ile Genelkurmay Başkanlığının oturtulması, halkın isteği doğrultusunda tepki vermeye zorlanması elzemdir; öteki türlü sadece İran “istimnası” ve AKP’nin “iradesiz politikasi”na hizmet edilecektir!

Monday, January 05, 2009

Aletler Kullanana Vardır -I-

Tank‘ın Gücü ve STÖ; Askeri Tekniğin Siyasete Tatbiki



Askeri Tarih

II.Dunya Harbi muhtelif makalere mevzu edilmiş, ilim adamları tarafından tetkike tabi tutularak, çesitli neticelere ulaşılmıştır. Harbi yakından tahlil edenlerin ekserisi psikoloji ilmiyle alakalı ilim adamlarıdır; fakat „askeri strateji“ ile ilgilenen (mesleği askerlik olan) ilim adamları büyük bir labaratuar olarak değerlendirdikleri bu Harbi, askerlik sanatının geçmişden bugune geldiği nokta ve ileride ulaşalabileceği seviye hakkında incelemek icin özellikle bir kıymetlendirmeye tabi tutmuşlardır. Tabiatiyle harbde yeralmış askerler ile görüşmeler gerçekleştirmişlerdir; bu kişilerin ilgilendikleri askerler ekseri ne İngiliz ne Amerikan ne Rus askerleridir; birçoğu esir edilmiş Alman subaylarla konuşmayı tercih etmiş, Alman askeri gücünü, stratejisini, „yapısını“ çözmeye, kendi askeri sistemlerine bunu nasıl aplike edebileceklerinin yollarını öğrenmeye çalışmışdır.

Esir kamplarında, mahkeme salonlarında, kaldıkları evlerde gerek röportaj gerek harbin bir anındaki harekat hakkında sualler sorulmuş, muhatablar da tam bir Alman ciddiyeti ile („Prusya disiplini“) objektif cevaplar vermişlerdir; Alman Ordusu ile SS’lerin-NAZİ’lerin ayrılığı malum, harb içindeki vahşeti –istisnalar olmakla beraber- NAZİ’lerin askeri gücü SS’ler gerçekleştirmişlerdir, Alman Ordusunun katı bir „Yahudi düşmanlığı“ bulunmamaktadır ve harbin bitiminde, kendilerinin de „düşman“ olarak gördükleri „Komunizme“ karşı İttifak devletleri ile birlikte hareket etmede bir mahsur görmemektedirler, bundan ötürü suallerin cevaplarının „objektif“ olmasının bir sebebi de budur. Bu sualler, askerlik ile oldugu kadar, Almanya’nın Faşizme-NAZİzme nasıl teslim olduğu, Prusyalı generallerin, „Avusturyalı, çolak bir onbaşı“nın hakimiyetini nasıl-niçin kabul ettikleri, Hitler’in Almanyayı çöküşe götürdüğünü bilmelerine rağmen niye onu iktidardan alaşağı etmedikleri gibi sosyoloji temelliydi de... Bunu yanında, özellikle casusluk sahasında, istihbarat organizasyonu kurmak hususunda sualler, bu görüşmelerin ana eksenini teşkil etmekteydi.

II. Dünya Harbi ile alakalı ilim adamlarının tetkikleri ciltler halinde batıda yayınlanmıştır; bunun haricinde, gazetelerde tefrika halinde Alman subayları ile yapılan mülakatlar, onların savaş hakkındaki değerlendirmeleri, harbin bir cephesindeki bir alanda geçen taarruz veya müdafaanın, planlanlamasından tatbikine kadarki süreci hakkında dahi günler süren makaleler neşredilmiştir.
Batıda bu türden neşriyat vücut bulurken, memleketimizde, (savaşın etrafını kan ve ateş çemberi içine aldığı, açlığın ve yokluğun savaşa girmeden insanımızı ezdiği memleketimizde ise), kendi silahlı kuvvetlerine fayda temini için harbi tetkike alan asker veya sivil ilim adamı yok denecek kadardır. II. Dünya Harbi’nden elimize geçen tek şey, propogandasını bol bol yaptıkları „İsmet Paşa’nın akıllı politikası ile harbe memleketimizi sokmaması“dır! Hakikaten, Avrupayı, Kuzey Afrikayı, Pasifiği kasıp kavuran harb esnasında, savaşın çevresinde dolandığı ama içeriye girmediği iki memleket vardır: Birisi İsviçre diğeri de Türkiyedir. İsmet İnönü’nün, kendisini savaşa girmesi için ikna etmeye çalışan Churchil’e „ordunun ihtiyaç listesini“ uzattığı ve onun da devlet olarak bunu karşılamaktan mahrum bulundukları için ısrarından vazgeçtiği ve böylece harbe katılmak tehlikesinden kurtulduğumuz, devamlı olarak söylenir. Kuşkusuz, harb esnasında TSK’nin durumu içler acısı bir haldedir. Mekanize birlikler yok denecek bir seviyededir, hala süvari birlikleri en ön safdadır, askerlerin kıyafetleri dahi I. Dünya Harbinde giyilen kıyafetle ile aynı gibidir.

Zırhlı Birliklerin Tesiri

II. Dünya Harbi esnasında Süvari birliklerini bir Rusya’da, Sibiryalılardan müteşekkil birliklerde ve bir de Kuzey Afrikada, yerlilerden teşekkül „birlik“lerde görebilmek mümkündür; Rusya’da Sibiryalılardan müteşekkil birlikler, „bıçağın altına yatırılmış koyunlar“ gibi, Alman ilerlemesini durdurmak icin, nüfusun hem çok fazla olması hem de bu birlikdekilerin harbden geriye sağ olarak tek dönebilme sartları olduğundan (aksi halde zaten Bolşevikler tarafından öldürüleceklerdi) makineliler veya tank ateşi altında biçilmelerine rağmen sürüp gitmiştir.
Bu „zorunluluk“ haricinde askeri şartlar da bunu lüzumlu kılmaktadır ki, 1942 sonuna kadar, Rus ordusunda tank ve kamyon haricinde hiçbir motorlu araç bulunmamaktaydı, ancak bu senenin sonlarına doğru Amerikalıların teslim ettiği jeepler gelmiş, bunlar da üst düzey subayların emrine verilmişti. Kısaca, Rus ordusu, süvari birlikleri ile savaşmaya, şartların zorunluluğu sebebiyle girmişti. Fakat, harbde büyük bir üstünlüğü olduğu alman kurmayları tarafından da kabul edilen „T34“ tankları ilk baştan beri mevcuddu ve Alman tanklarından daha mükemmeldi. II. Dünya Harbine TC’nin girmemesi, İsmet İnönü‘nün ordunun ihtiyac listesini göstermesine bağlayanlar, TSK’nin Rusyanın bu durumundan çok daha beter bir şartlar içinde olduğunu da itiraf etmektedirler. (1990’lara kadar „Cumhuriyet Bayramı törenleri“nde en ön safta, yağız atların üstünde sırım gibi subayların afralı-tafralı geçislerini hatırlamak gerekir. TSK’nin o günden bu güne değişen „hali“ fazla değildir.) Kısaca, memleketimizde „askeri tarih“ hususunda yapılmış telif calışmalar yok denecek kadar azdır ve bu konuda elde bulunan eserler de tercüme eserlerdir.

Diger devletler, özellikle I. Dünya Harbi‘ni yenik ve elleri kolları bağlı bir şekilde bitiren Almanya ile harbden sonra da iç karışıklıklardan bir türlü kurtulamayan Rusya, savaşdan kısa bir süre sonra, ordularını tekrar elden geçirmiş, askeri stratejilerini savaşdan aldıkları „derslerle“ geliştirmişlerdir. 1920’li yılların başlarında ordu modernizasyonu ve gelecekteki savaşlar üzerine fikirlerini açıklayan stratejist ve askeri tarihçi Liddel Hart ve Albay JFC Fuller, İngiliz ordusunu modernizasyona sokmak için oldukça yoğun çaba sarfetmiş ve tank’ın (ve zırhlı birliklerin) savaşlardaki ehemmiyetine yönelik onlarca makale yazmış olsalar da, bunların fikirlerinden yararlanan İngiltere’den ziyade, Almanya olmuştur; Almanların Avrupayı isgal sürecinde Kuzey Fransa ve Belçikada kendilerini karşılayan güçlerin bir tek zırhlı birliği olmasına karşılık on zırhlı birlik sahibi olmaları durdurulmalarını imkansız hale getirmişdir. İngiliz ordusu elinde bulunan bu bir adet zırhlı birliği de, ordunun diğer sınıflarını buna gore dizayn etmediğinden yeterli derecede kullanamamış, savaş sahasında çoğu imha edilmiştir; Fransız ordusunun durumu ise daha trajik olmuştur: Tanklara beş saatlik yakıt konulduşundan ve yakıt ikmali üzerinde de o derece düşünulmediğinden, tanklar stop etmişlerdir! Müttefiklerin durumu bu iken, Alman Ordusu, „Yıldırım Harekatı“ ile Avrupayı, Rusyayı ve Afrikayı hallaç pamuğu gibi atmakla meşguldü, zırhlı birliklere sahib olma avantajiyle!

Yeniliğe Kapalılık Yenilgiye Açıklık

Bu noktada „şayetler“ ile konuşulursa eğer, Hitler, „Barbarosso Harekatı“na başlayacagından ötürü, savaşın başından beri bombardıman altında tuttuğu İngiltereye hava akınını kesmeseydi, „Çöl Tilkisi Rommel“e, İskenderiyyenin önüne (tarihi bir „askeri rekor“ olan 24 saatde 158 kilometre kacan İngiliz ordusunu takip ederek) geldiğinde hava desteğini sağlasaydı, kısa bir sürede Moskova kapılarına dayanan Alman ordusunu durdurmayıp başka bir cepheye sevketmeseydi (bütün bunlara Alman yüksek komuta konseyinin defaatle itirazları vardır), İngiltere savaş harici kalacaktı, çünkü ciddi olarak mühimmat sıkıntısına düşmüşlerdi, meşhur donanmasş belki Pasifiğe kayacak, ama orada da dünyanın en büyük donanmasına sahip olan Japonlar bulunmaktaydı ve onlar da Amerikan Donanmasını altetmek üzereydi, tesirsiz kalacakti; bu durum ise, İngilterenin kendi başının çaresine bakması, bir „ada“nın savunmasından başka bir aktivite içine girmesini engelleyecekti, Moskova önlerinde orduyu durdurmak, daha sonra çevresini etkisiz kıldıkdan sonra ele geçirme stratesi ise bilindiği üzere 900 bin Alman askerinin ölümüne ve esir düşmesine sebeb olmuştur (harbden sonra Rusya’dan evlerine dönen Alman askeri sayısı dört bin civarındadır); Rommel’e verilmeyen destek ise, hiçbir direniş gücü kalmayan rakip ordunun toparlanmasına ve elbette ta Kafkasya‘ya kadar açılmış bulunan yolun kapanmasına sebeb olmuştur. İşte bu „şayet“ler ve tabii ki buna tabi „keşke“ler vücud bulmus olsaydı, şu anki dünya sahası belki çok başka bir şekilde şekillenmiş olacaktı!

Bütün bu „şayet-keşke“leri yazmamızın sebebi, „aynı suda iki defa yıkanılmaz“ diye söylenegelen bir gerçeği tekrarlamak için: Eğer elinizde „alet“ yoksa, o ihtiyaç olan „alet“i yapmakdan başka çareniz yoktur veya varsa, o zaman da onu en mütekamil bir şekilde kullanmanız elzemdir!

Birinci durumda (alet yok!) „alet“e ihtiyaç hissetmemek, eldeki diğer aletlerle işinizi görmeyi planlamak sözkonusu olabilir, bunu da gerçekleştirebilirsiniz belki fakat, eğer o „yeni bir alet“ ise, ehemmiyetini küçümseyerek, fonksiyonunu küçümseyerek bu şekil bir davranış içine giriyorsanız, II. Dünya Harbi, bu küçümsemenin keskin ve vahşi neticeleri ile doludur; harbi kaybetmemeniz, karşınizdakinin yapacağı „normal dışı“ hatalara bağlıdır ancak! Eğer „alet var“ ama küçümsüyorsanız, kiymetini takdir edemiyorsanız, „herkesde var, bizde de olsun!“ aymazlığı ile hareket ediyorsanız, bunun da acı neticelerini aynı harbden çıkarabilme imkanınız mevcuttur; „tank-zırhlı birlikler“ hususunda İngiliz, Fransız, Alman ve Rus yetkililerin aldıkları tavırları yukarıda yazdık! Aletler, kullanana vardır, („görene, kör’e ne!“); eger o „alet“i kullanabilme imkanına sahip değilseniz, kıymetini küçümsüyorsanız, sizin için „yok‘tur“ ve hatta size „yük“ olma kapasitesine sahiptir!

Zamanımızda harbler, „kıtal“ noktasına gelmeden gerçekleştirilmektedir ekseri; „kanlı-canlı harb“lerden ziyade, „Beşinci Kol Faaliyetleri“ yapılmakta, hedef devlet „YUMUŞATILMAKTA“, harb gibi masraflı, meşakkatli ve elbette ne olacağı belli olmayan bir operasyonla elde edebilecek menfaatler belki uzun bir zamanda ama daha verimli ve elbette daha az masraflı bir şekilde elde edilmeye çalışılmaktadır.„Beşinci Kol Faaliyetleri“nin en bilineni, „basın faaliyeti“dir; şimdiki zamanda buna „Sivil Toplum Örgütleri“ni eklemek ve bunu „basın faaliyeti“ne eklemlenmiş bir şekilde ama ondan da öne koymak gerekmektedir. „Sivil Toplum Örgutleri“nin nelere muktedir olduklarını, 1990’lardan bugüne ve hatta 2000‘lerden bugüne kadar memleketimizdeki „değişimleri“ gözetleyerek anlamak mümkündür.

Yeni Silah STÖ


Basit bir dernek veya vakıf düşünün, ismi iddiasız, belki sadece 30-40 kişilik üyesi var ama toplumu dönüştürecek, değiştirecek, siyasi sahaya düzen verecek bir kudrete sahip olabiliyor; ülkemizde bu şekil, ismini-cismini kimsenin bilmediği, senede belki bir veya iki tane „bildiri“ veya „rapor“la basında görüntü veren „Sivil Toplum Örgütleri“ mevcuddur ki, bunların bahsettiğimiz „BİLDİRİ“ VEYA „RAPOR“LARI, „YUMUŞATMA FAALİYETİ“ olarak görülmek zorundadır; „gücü, tesirinde“ vurgusu, bu tip STÖ’leri bize daha net anlatır. Bunlar, belli bir maksad üzerine kurulmuş, o maksadı adım adım gerçekleştirmek yolunda, muhaliflerinin karşı çıkışlarını pek kaale almadan çalışırlar. Görünürde birşey yapmaz gibi olsalar da, üyeleri üzerinden „sızdıkları“ yerlerde tesirlerini göstermeye çalışırlar.

„Sivil Toplum Örgütleri“ üzerine, kendisi de bir „STÖ olmasına rağmen aleyhte pekçok bildiri neşretmiş bulunan „Atatürkçü Düşünce Derneği“nin, üniversiteler üzerinde, YÖK üzerindeki tesiri oldukça büyüktür; üyeleri arasında bulunan „öğretim üyeleri“ ile „yönlendirme“yi gerçekleştirir, istemediklerinin üniversitelerin idari kadrosu içerisine girmesinin yollarını kesmeye çalışır. Yaz boyunca yapılmaya çalışılan „Cumhuriyet Mitingleri“nin arkasındaki en büyük güç de ADD’dir! Ayrıca idari kadrosunda bulunan emekli subaylar vesilesiyle, „sivil“ oldugu kadar „askeri“ toplum örgütü olarak da görülse yeridir.

Bunun tam zıddında TESEV bulunur kanaatimizce... Bünyesinde hem sivil hem asker üyeler mevcuttur; sessiz ama derinden bir faaliyet içindedir ve toplumun ve devletin „dönüştürülmesi“ görevini icra etmek denirse, TESEV’den başka bir örnek göstermeye gerek yoktur.

Bunların yanında TAYAD örneği, bir STÖ’nun nasıl kullanılabileceğine dair „uç“ bir örnek olarak ele alınmalıdır; kapatılmış olmasına, devamlı baskıya tabi olmasına rağmen, hala aynı isim altında direnmeleri, TAYAD’ı, STÖ’nin „askeri“ olarak da kullanılabilmesine bir güzel örnek olarak göstermeye kafidir.

İslami „kesim“de, STÖ ‚90’ların ortalarına doğru kurulmaya başlanmış, 28 Şubat sürecinden sonra daha hızlanmış ve 2000’li yıllarda artık „aynı ekip“in birden fazla „dernek-vakıf“ı olmasiyle iyicene lacka bir görüntü sergilemeye başlamıştır.STÖ’lerin „kurucuları“nın 80 evvelinde „İran’cı“ olarak göze çarpan, darbeden sonra „biat‘çi“ olarak isim yapmış kişi-kurumlardan çıkmış olması ve özellikle TC Başbakanı RTE’nin İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı seçilmesinin akabinde, „şirketleşmeleri“, eski „aktif yayın“larını bırakıp „düşünsel“ dedikleri ve itikadi olarak herşeyi „tartışmaya“ açıcı bir „bozukluk“ sergilemeleri, 28 Şubat esnasında seslerini çıkarmamaları fakat ardından „öz eleştiri“ ve „sivil toplumcu-özgürlükçü“ (utanmasalar „daha demokrat“ diyecekler!) bir çizgiye „oturmaları“, AKP’nin kuruluşu ile birlikte „muhalefeti“ birakmaları (misal olarak „başörtüsü sorunu“ aynen devam etmesine rağmen seslerinin çıkmaması!), bu grubların STÖ kavramını tam olarak anladığını göstermektedir: „Yumuşat ve dönüştür!“ Ülkemizin son yıllarda girdiği „Ak devir“deki „İslami (içtimai) manzara“ işte tam budur!


„Tercüme“ STÖ

Askeri tarih ve iki büyük harb ile alakalı olarak memleketimizde „telif“ bir eserin çıkamadığını, varolanların tercüme olduğunu söyledik yukarıda. Şu STO’lerin ‚90’lardan itibaren sökün etmesini de aslında bu gözle değerlendirmek gerekiyor: Hem bunların çıkışları „bura insanının hür iradesi“ ile olmamıştır hem de askeri bir mantıkla „yumaşatma ve dönüştürme operasyonu“ olarak kullanımı da „dış mihrak“lıdır! Evveliyatına bakılırsa „vakıf-dernek“ faaliyetinin bu memlekette, umumi olarak „hayr-hasenat işleri“ ilgilenen bir „yardımlaşma-dayanışma cemiyeti“nin üstünde bir manası yoktur; fakat, II. Dünya Harbinin arkasından ülkemizde de dernek-vakıflar çoğalmaya başlamış, bunların ekserisi de yabancı derneklerin „tercümeleri“ şeklinde gerçekleştirilmiştir; misal olarak İstanbul-Beyoğlu’nda faaliyet gösteren „Fakirleri Koruma Derneği“, -kendi „yıllık“larında bahsedilmesine nazaran- B’nai B’rith isimli Siyonist bir derneğin „TC Şubesi“dir; keza, „soğuk savaş yılları“nın bir örgütlenmesi de „Konrad Aydıneaur Vakfı“dir ki Alman vakfı olarak görülse de bunu tam manasiyle ABD mahreçli bir kuruluş olarak görmek mümkündür ve doğrudur. Ardından kurulmus (‚90’lardan itibaren esas olarak) memleketimizdeki vakıf-dernekleri, ne kadar „dışarı“ ile bir bağlantısı organik olarak kurmak imkanı olmasa da, yaptıkları herşey ile „dış“ olarak görmek gerekir: Dedik ya, „tercüme“dir dernek-vakıf faaliyeti bizim memlekette!

Bunu haricine çıkabilenler var mı? Memleketimizdeki „camii yaptırma dernekleri“ hariç kalmak kaydiyle, belki diğerlerinden de bir iki istisna olmak şartiyle, bu kuralın haricine çıkanların olmadığını, bu toprağın insanının öz iradesi ile kurulup, faaliyet göstermediklerini söylemek mümkündür!

Bir vakıf-dernek’in „dış mihraklı“ olması için „acımasız“ bir tenkid olarak görülebilir belki şu söylediklerimiz, fakat ismi toplum tarafından (ilgili kişiler tarafindan veya!) bilinen dernek-vakıfların hangisi, „hür irade“ye sahiptir, diye bir sualin cevabını vermeleri gerekir itiraz edenlerin! Bugün artık „dernek’ci-vakıf‘cı“ olarak isimleri çıkmış insanlar mevcut, maişetlerini oradan karşılayan insanlar mevcut, bundan 20 sene onceki „fikirleri“nin tam tersi bir yönde faaliyet gösteren kişilerin kurduğu „dernek-vakıflar“ mevcut; artık, insanımızın önüne, „İslam“ değil, „daha özgürlükçü... daha sivil... daha demokrat TC“yi „hedef“ olarak koyan, ağızlarına kavram olarak dahi „ihtilal“ gibi mevhumu ALAMAYANLAR mevcut! Oysaki önümüzdeki günlerin gündemi bundan başka nedir ki?!

Evet, ihtilal!

STÖ Ne Yapar

Şu anda yaşadıklarımız, mevcut hükümet ile, onun tarafından gönderilmeye çalışılan „ekip“ arasındaki mücadele, kim kazanırsa kazansın, „şu anki TC“den çok farklı bir devleti önümüze getirecektir; ya bir kısmı tutuklanan „Ergenekon Terör Örgütü“ isimli şebekenin „hayali“ olan baskıcı, zorba, tek ses’li bir diktatörlük veya onun karşıtı olan AKP-Pensilvanya Çetesi tarafından getirilmeye çalışılan, „liberal, özgürlükçü, demokrat“ maskeli ama İslam’ı yine „vicdanlara hapseden“ ve hatta ötekilerden daha da „beter“ olarak „İslami aksiyonu yok etme“ niyetli „liberal dikta!“ Mevcut anayasal düzen, tamamen değiştirilecek ve yerine „YENİ TC“ kurulacaktır! Bu, „ihtilal“ değil de nedir!

Bütün bunları engellemek, belki büyük bir iddia olarak anlaşılabilir kimi kesimlerce ama bizim, İBDA’nın elindedir! Bu „iğrenç kumpasa“ bizi-İBDA’yı çekmeye çalıştılar, „alternatif nizamımızı“ lekelemeye çalıştılar ancak ENGEL OLDUK; hem „sızmayı“ gösterdik, hem de IBDA’mızın ne kadar sağlam bir örgü olduğunu ortaya koyduk!

Şimdi iş, bu sağlam örgü’nün, İBDA’nın etrafında insanımızı belli „adımlar“ ile halkalamada! Bunun –bir- „aleti“ ise, STÖ!

STÖ ne yapar?

Görünürde, panel-seminer-sempozyum-konferans gibi basit işler yapar ınsanlara „yardım çalışmaları“ yapar ama ASLINDA bilinmeli ki, (kullanmasını bilenin elınde) İHTİLAL yapar!

Aletler kullana vardır!

S. Orhan
23 Aralık 08