Sunday, June 18, 2006




ΑΠΟΚΆΛΥΨΗ

Mustafa Saka



David Benyamin Keldânî…

“Keldânî” nisbetinden de anlaşılacağı üzere, Keldânî-Âsurî

1867’de Urmiye’de doğdu.

1886-1889 yılları arasında Urmiye’de Âsurî (Nasturî) Başpiskoposluğu’nda (Süryânî Hristiyanlar için eğitim veren Canterburg Başpiskoposluğu Misyon Şefliği) öğretim elemanı olarak çalıştı.

1892’de, Kardinal Vaughan tarafından, “Propaganda Fide Kollege”de filosofik ve teolojik çalışmalar yapmak üzere Roma’ya gönderildi.

Aynı yıl “Âsurî, Roma ve Canterburg Tabletleri” üzerine bir dizi makale yazdı.

1895’te Rahiplik rütbesi aldı.

Aynı yıl, İran’a giderken, İstanbul’da bir müddet ikâmet etti ve “Yunan Ortodoks Kilisesi” üzerine yazdığı makaleler, Levant Herald gazetesinde tefrika edildi.

Yine aynı yıl, Urmiye’de “Fransız Lazarist Misyonu”yla tanıştı ve bu misyonun tarihini yazdı.

1897’de, “Başpiskoposluk” adına, “Yunan Ortodoks - Katolik Kongresi”ne katıldı.

1898’de tekrar Urmiye’ye gitti, doğum yeri Digala’da bir parasız yatılı okul açtı.

1900 yılı başında, St. George Khorovasbad Katedrali’nde, Katolik olmayan Ermenilerin ve başka mezheplerden insanların da bulunduğu kalabalık bir cemaate “Yeni Asır ve Yeni İnsan” konulu bir vaaz verdi. Bu vaazında, tarihte Nastûrî misyonerlerin İncil’i bütün Asya’da vaaz ettiklerini; Hindistan’da, Tataristan’da, Çin’de ve Moğolistan’da birçok müesseselere sahip olduklarını; İncil’i Uygurca’ya ve diğer dillere tercüme ettiklerini; şimdi Katolik, Amerikan ve Anglikan misyonlarının Âsurî ve Keldânîler için sözde eğitim önlemleri almalarına mukâbil, bu misyonların, zaten bir avuç olan ve İran’a, Doğu Anadolu’ya ve Mezopotamya’ya dağılmış bulunan Âsurî-Keldânî ulusunu muhtelif düşman mezheplere böldüklerini ve onların bu çabalarının nihâi çöküşü hazırlamaya mâtuf olduğunu dile getirdi. Yabancı misyonlara bağımlı bir çalışmanın sonu hüsrandı.

Beş büyük ve gösterişli misyon; Amerikan, İngiliz, Fransız, Alman ve Rus misyonları, kolejleri, zengin dinî cemiyetler tarafından desteklenen basınları, konsoloslukları ve sefâretleriyle, yaklaşık yüzbin Âsurî-Keldânî’yi Süryânîlikten koparıp her biri kendi misyonlarına sokmaya büyük gayret gösteriyorlardı. Nitekim bu kadarla da kalmadılar, 1915’te, İran ve Kürdistan Âsurîlerini o günkü hükümetlere karşı örgütleyip silâhlandırdılar. Sonuç, bu insanların yarıdan çoğunun vatanlarından sürülmesi oldu.

Eserden aktardığımız biyografiye burada ara verelim ve bir parantez açalım; “ERMENİ SOYKIRIMI”na dâir…

Γενεοκτονία, Völkermord, Genozid, Massaker, Blutbad, Sürgün, Katliam, Vahşet, Soykırım…

Bunlar kelimeler!..

Kelimelerin yetmediği bu alçaklık, “TANZİMAT - JÖNTÜRK - İTTİHAT TERAKKİ MİSYONU’nun eseridir; hesabı, “TANZİMAT - JÖNTÜRK - İTTİHAT TERAKKİ MİSYONU’nun devletleşmiş hâli olan “(TC=) Dönmeler Cumhuriyeti”nden sorulmalıdır!

Jöntürk liderlerinin Balkan kökenli “Sabetaistler”den oluştuğu; Talat, Enver, Cemal, Bahaddin Şakir ve Nizam’ın “dönme” olduğu; çalışmaların merkezinde yer alan Selanik’teki Grand Orient Locası’nın, Yahudi Rothschild tarafından, Yahudilerin bütün Ortadoğu’yu kontrol altına alabilmesi gayesiyle Yahudi Emanuel Karaso’ya kurdurtulduğu; Jöntürk öncülerinin, Karaso’nun üstadı olduğu bu locaya bağlı oldukları mâlûmun mâlûmu!

Schiller Enstitüsü’nden Joseph Brewda, 1994 tarihli konferans metinlerinde, İspanya’dan kaçan Yahudilere kucak açan Osmanlı’nın, 400 yıl sonra bu kişiler tarafından yıkılmasına dikkat çekiyor ve şöyle diyor:

«ZAFERLERİNİ, İMPARATORLUK İÇİNDEKİ HRİSTİYANLARI, ERMENİLERİ, RUMLARI VE ÂSURÎLERİ (ARÂMÎLERİ) ÖLDÜREREK KUTLADILAR; …1982’DE, İSRAİL ORDUSUNUN LÜBNAN’I İŞGÂL ETMESİNİN ZAFERİ DE SABRA VE ŞATİLLA KATLİAMIYLA KUTLANMIŞTI.»

"- “Jöntürk” gazetesinin editörü, Rus Siyonist lider Vladimir Jabotinsky idi ve bu kişi İtalya’da eğitilmişti."

Joseph Brewda, Karaso’nun locasına bağlı olan Talat Paşa’nın, 1907’de Scottish Rite (İskoç Locası) mason locasının Osmanlı’daki büyük üstadı olduğunu, bu locanın Washington’daki arşivlerinde Jöntürk liderlerinin çoğunun aynı locaya bağlı olduğuna dair bilgilerin bulunduğunu belirtiyor ve şöyle devam ediyor:

«İmparatorluğun başkenti İstanbul’da 10.000’den az Yahudi yaşıyordu. Hristiyan nüfus ise 200.000 civarındaydı. Ticaret ve finans Hristiyan kökenlilerin kontrolündeydi. Yahudilerle Hristiyanlar arasında bu alanda yüzyıllardır süren yoğun bir rekabet vardı. Yahudiler kaybeden, Hristiyanlar kazanan taraftaydı. Çünkü, birkaçı hariç, sultanlar genelde Hristiyanlara destek veriyordu. Siyonist Yahudiler siyâsî gücü ele alınca Hristiyanları tasfiye ettiler…» (Aktaran İ.Karagül, 6.5.2005, Y.Safak)

ASALA, bu yüzden mi sadece “Dönme TC sefirleri”ni seçiyordu?

Öyleyse Ermeniler, bu katliamın “Hür(!) Dünya” tarafından asla “Soykırım” olarak kabul edilmeyeceğini de biliyorlardır.

Çünkü dünya tarihinde sadece bir tane “Soykırım” vardır ve o da “Yahudi Soykırımı”dır!

İkincisini kabul etmezler!!!

“Ermeni Soykırımı”, bugünkü “Hür(!) Dünya”nın, o gün Anadolu’yu çiğnemekte olan “işgâl orduları” gözüönünde olmamışdıydı zaten?!


Kitabımıza dönelim…

İşte 1900 yılı başında, St. George Khorovasbad Katedrali’nde, büyük bir öngörüyle, yerli ahâliye, yabancı misyonerlerin himmetine güvenerek değil de, kendi işlerini kendileri gören insanlar olmalarını nasihat ediyordu, âdeta 15 yıl sonra olacakları haber veriyordu Vaiz David Benjamin Keldânî...

Vaiz haklıydı.

Fakat bu fikirler, “Tanrı’nın Misyonerleri”ne tersdi; Misyon Şefleri çok rahatsız oldu.

Hristiyanlığın bu derece düşman kamplara bölünmüşlüğü, temel kaynaklardaki farklılıklar ve çelişkiler ve yaşadığı baskılar bir muhasebeye yol açtı Keldânî’de; 1900 yılının yazında Digalo köyündeki meşhur Çalı Bolağı Çeşmesi yanında bulunan bağ evinde inzivâya çekildi. Buradaki bir ayını ibadetle, tefekkürle ve Hristiyanlığın kaynaklarını en eski metinlerinden yeniden ve mukayeseli olarak okumakla geçirdi. İbadet, tefekkür ve hakikat sancısıyla geçen bu inzivadan çıktığında, Urmiye Başpiskoposluğu’na istifasını verdi. Kilise yönetiminin bütün caydırma gayretleri başarısız oldu. Kilise yönetimiyle hiçbir şahsî çelişkisi ve hesaplaşması yoktu; kendi katıksız vicdanî hesaplaşmasıydı bu.

Birkaç ay sonra, Belçikalı uzmanların idaresi altında faaliyet gösteren Tebriz’deki İran Posta ve Gümrük İşletmesi’nde müfettiş olarak çalışmaya başladı. Daha sonra Veliaht Muhammed Ali Mirza’nın sarayında muallim ve mütercim olarak çalıştı.

1903’de İngiltere’ye gitti.

1904 yılında Britanya Unitaryan Cemiyeti tarafından İran’daki kendi cemaati arasında eğitim ve öğretim faaliyetlerinde bulunması için görevlendirildi. İşte bu münasebetle yolu, İran güzergâhı üzerinde bulunan İstanbul’a düştü ve burada Şeyhülislam Cemâleddin Efendi ve zamanın İstanbul Ulemâsı ile yaptığı sohbetler neticesinde İslâm’la şereflendi; “Abdülehad Davud” ismini aldı!

1914’te ABD’ye göç etti ve bir huzur evinde vefat etti.

Allah rahmet eylesin…

Abdulehad Davud’un kitabı (Muhammad in der Bibel) iki bölüm; ve konu başlıkları şöyle:

1. Bölüm: Eski Ahit’de Hz. Muhammed

▪ Ve Ahmed bütün insanlığa gelecek

▪ Mispa’daki muamma

▪ Muhammed ve Büyük Konstantin

▪ Muhammed “İnsanoğlu”dur

▪ Kral Davud onu “Efendim” diye tesmiye ediyor

▪ Efendi ve Havari

▪ Gerçek Peygamberler sadece İslâm’ı vazediyor

▪ İslâm yeryüzünde ebedîdir

2. Bölüm: Yeni Ahit’de Hz. Muhammed

▪ İslâm ve Ahmediyat meleklerin duyurusu olacak

▪ Eύδοκία Ahmediyat demektir

▪ Vaftizci Yahya güçlü bir peygamberi haber veriyor

▪ Yahya’nın vaftizi ve İsa sadece Sıbgatullah’ın bir tarzıdır

▪ Sıbgatullah veya vaftiz Kutsal Ruh ve ateşle

▪ Paraklet Kutsal Ruh değildir

▪ Periglytos Ahmed’dir

▪ “İnsanoğlu”! Kimdir o?

▪ “Apokaliptik İnsanoğlu”ndan murad Muhammed’dir

▪ “Judaik Apokalipsi”ye göre “İnsanoğlu”

,,,

Αποκάλγψη (Apokalipsi): Kıyamet; Vahiy; İlham; İbda etmek, Beyan etmek; İtiraf etmek; Keşfetmek; Bir şeyin örtüsünü kaldırmak; Maskeleri sıyırmak; Ortaya çıkarmak; İsimlendirmek…

Bu eser bir Αποκάλγψη!

Çünkü müellifi bu nisbet ve bu kalitede!

Eski metinleri mukayeseli okuyabilecek düzeyde Aramice, Süryanice, İbranice, Eski Yunanca, Latince, Arapça gibi kadim dilleri ve dialektleri; Yahudi, Hristiyan ve İslâm literatürlerini bilen biri kaleme alıyor bu eseri.

Abdülehad Davud, eserin konu başlıklarından da anlaşılacağı gibi: “Ahid”in gerçek sahibinin Hz. Muhammed (SAV) olduğunu söylüyor. Eski ve Yeni Ahidlerdeki muştulara bakıldığında, tam olarak “Gaye İnsan-Ufuk Peygamber” Hazret-i Muhammed’in (SAV) müjdelendiğini açıklıyor. Din bilgisinin yanı sıra, derin dil bilgisiyle de anahtar kelimelerin etimolojik tahlillerini yapıyor; bu yönüyle “dilbilim”e de katkıda bulunuyor.

İbda ediyor; örtüyü (=küfrü) kaldırıyor, maskeleri sıyırıyor ve ayan olan hakikati beyan ediyor, adını koyuyor: “MUHAMMAD IN DER BIBEL”!!!

Αποκάλγψη budur!

Bu değerli müellifi, bir komşumun kütüphânesinde tanıdım. İnternetten yaptığım araştırmada, eserin Türkçe’ye çevrildiğini göremedim. Belki çevrilmiştir. Belki Osmanlıcası vardır kütüphanelerde. O da yoksa, bu makalemiz, bu eserin Türkçe’ye kazandırılmasına vesile olur inşâallah. Bendeniz, yarım Almancam ve biraz da Yunânî kavramlara âşinâlığım sayesinde kendime okuyabildim kitabı; ama ancak bu kadarını sizinle paylaşmaya cesaret edebildim.

Sözün özünü Abdülehad Davud söylesin:

"Benim İslâm dinine geçmem sadece Allah’ın bir hediyesidir; Allah’a borçluyum. Araştırır, gayret eder, birçok gerçeği bulur, HER ŞEYİ ÖĞRENEBİLİRSİNİZ; FAKAT İLÂHÎ BİR SEVKİYÂT OLMAZSA YANLIŞ YOLA SAPARSINIZ. İşte ben, Allah’ın sevkiyâtına nâil olduğum o andan itibâren, mutlak olarak Allah’ın birliğine inanacaktım; ve benim Peygamberim Hazret-i Muhammed (SAV) olacaktı; bütün davranışlarımda onu örnek alacaktım!"

Abdülehad Davud’a bir Fatiha okuyalım…

No comments: