Tuesday, September 23, 2008

Siyonizmin En Tehlikeli Stratejisti:

HENRY KISSENGER

-kısa kronolojik biyografi-

Hazırlayan:

DOĞU STRATEJİ VE TAHLİL MERKEZİ/DOST STRATEJİ

Haziran 2003



I. KISIM

KISSINGER’IN YÜKSELİŞİ VE SİYONİSTLER

Henry Kissinger...

Bu ismi duymayan ve tanımayan yok, denilebilir. Ülkemizde de "Ecevit’in hocası" olarak ve Kıbrıs’a TC tarafından gerçekleştirilen ‘74 Harekatı ile tanınmaya başlamıştır.

Sıradan bir "siyasetçi" değildir o.

O, siyaset üreten, bunun bütün menfi ve müsbet cihetlerini bir bir hesablayan, sonra da bunları arkasına aldığı Rockefeller-Wallburg-Rothchield-CFR-Bilderberg-TR Siyonist çetesiyle, "Kissinger’s yes-man"lere pratize ettiren ve gerektiğinde de "direkt" müdahale eden ÇOK TEHLİKELİ BİR STRATEJİSTDİR!.

Asıl ismi Heinrich Alber Kissinger’dır. İsminden de anlaşılacağı üzere, Almanya doğumlu, Aşkenazi kökenli bir Yahudidir.

1924 senesinde Fürth-Almanya’da dünyaya geldi. Ailesi oldukça "şuurlu" bir Yahudi ailesidir.

NAZİ’lerin 1933’de iktidara gelmesinden kısa bir süre sonra, 1938’de ailesiyle birlikte ABD-New York’a yerleşmişlerdir. New York ise, kuruluşundan bugüne Yahudi şehridir.

ABD silahlı kuvvetlerine girer ve yedi sene sonra 1943’te Almanya"ya "vazifeli" olarak gönderilir; bu sefer doğduğu, ilk lokmalarını yediği ülkeyi çökertmek ve NAZİ avı yapmak için dönüyordur.

Bu vazifesinde de başarılı oldu.

Amerika’nın ilk merkezi istihbarat teşkilatı olan "OSS-Office of Strategic Services/Stratejik Hizmetler Servisi"nde 1945-1946 seneleri arasında çalıştı.

"OSS"nin "Avrupa Savunma Bölümü"nde görevli bir subay olarak aktif olarak faaliyette bulundu.

Bu vazifesi esnasında NAZİ’lerden "Sovyetlere karşı faydalanılması" için çalışmalarda bulundu.

Aynı anda, gelecekte CIA Başkanı olacak olan ve kardeşiye birlikte Alman şirketlerinin ABD’deki ticari ve hukuki temsilciliğini yapmış, ABD’nin Hitler’e karşı bir savaşa girmemesi için ("erken bir savaşa"a diye düzeltmek lazım!) birçok çaba göstermiş Dulles kardeşlerden Allen Dulles de Almanya’da "OSS" ajanı olarak faaliyette bulunuyordu.

Kissinger ve Dulles, NAZİ’lerin "Doğu Avrupa İsihbarat Başkanı" olan Dr. Reinhard Gehlen ile ilişkiye girmeleri ve bu istihbaratçıyı, ABD hesabına Komünizme karşı savaşmaya ikna ile, CIA’nın ve Alman Gizli Servisinin teşkilatlanmasını sağlamaları ABD’nin geleceğini de şekillendiren bir hadise oldu.

Kısa bir süre sonra da savaş esnasında ABD Başkanı olan Harry Solomon Truman’a bir rapor hazırlamıştır:

"-Almanların Sovyetler Birliğine karşı büyük bir kini vardır fakat bu ifade edilememektedir. Çünkü örgütsüzdür. Bu hissiyatı ele geçirip faydalanabilmek için kurdukları teşkilatları değerlendirmemiz lazımdır. İlk savaş tutsaklarından oluşturulacak birlikler bu hissiyatın seçkin taşıyıcıları haline gelecekleridir."

Ve "ilk tutsak" olan Dr. Gehlen’i (ABD’nin "sınırlı harp kurumlarının ilk teşekkül merkezi) Virginia’ya getirip, Sovyetlere karşı "NAZİ-ABD İttifağı"nı gerçekleştirmiştir.

Savaş bittikten sonra, Dr. Gehlen ile birlikte kurdukları bu teşkilatı "palazlandırmak" için ABD tarafından kurulan, Almanya-Oberammagua’da bulunan "Europan Command Intelligence School-Avrupa Komutanlığı İstihbarat Okulu"nda Alman Tarihi Doçenti olarak vazife yaptı.

1946 ile 1949 arasında ABD Askeri İstihbarat Teşkilatı’nda yüzbaşı olarak vazifelendirildi.

ABD’ye döndüğünde Harward Üniversitesi’ne girdi ve oradan "profesör" olarak mezun oldu.

1957 yılında ilk büyük eseri olan "Nuclear Weapons and Foreing Policy-Nükleer Silahlar ve Harici Siyaset" isimli eserini kaleme aldı; bu eser uzun süre "best seller" olarak kaldı ve Kissinger’ın ABD hükümeti nezninde tanınmasına vesile oldu.

Ardından 1958 senesinde "kontrgerillanın efsanevi el kitabı" olarak bilinen "Ayaklandırmaları Bastırma Sanatı-Teori ve Pratik" isimli eseri "David Galula" müstear ismi ile yayınladı. (Bu kitab birkaç yıl sonra TSK Genelkurmay Başkanlığı tarafından aynen tercüme edilerek (1965) neşredilmiştir.)

Kendisi gibi aslen bir Yahudi olan (fakat, "dönerek" Protestan itikadına giren Hıristiyan-Siyonist) Rockefeller Ailesi'ne ait "Rockefeller Foundation-Rockefeller Vakfı"nda çalışmaya başladı ve dünyanın en tehlikeli -Siyonist- teşekkülü CFR’ye aza yapıldı.

Bu noktada Rockefellerlar’la bugüne kadar kopmayan sıkı bir münasebet peydahladı ve onların "sesi" ve "yardımcısı" oldu.

David Rockefeller’ın kardeşi olan Nelson Rockefeller’ın siyasî muhitlere rahatça sızmasına vesile oldu. Onun siyasî hayata girmesinde ve CFR azası olmasında "öncülük" yaptı.

Bugünler, Rockefellerlar’ın ABD siyasetine tam olarak hakimiyet kurmasının başlangıcıdır.

Nelson Rockefeller, 1958 ile 1973 arasında kesintisiz 15 sene New York Valiliği vazifesini yapmıştı ve Kissinger onun "siyasî baş danışmanı" idi.

Kissinger, Nelson Rockefeller’ın, 1974 yılında, "Watergate Skandalı"nın ortaya çıkmasiyle ABD Başkanı olan Gerald Ford’un "ABD Devlet Başkanı Yardımcısı" olmasına (skandal sonrasında Nixon’u istifaya ikna ettiği gibi) yardımcı oldu.

Bu tarih ise, yani 33. dereceli Mason G. Ford’un Başkan, "dönme" ve "Tapınakçı"ların en büyük siyasi-iktisadi teşekkülü "Rockefeller Tröstü"nden Nelson’un Başkan Yardımcısı, Kissinger’ın da Hariciye Bakanı olduğu 1974 yılı, TC için de mühim ve "kıskaca" alınmasına vesile olan bir hadisenin "kontrollü" olarak gerçekleştiği bir tarihtir: 1974 Kıbrıs Barış Harekatı!.

Kissinger, Harward’da profesörlük vazifesini devam ettirirken, "best seller" kitabının tesiriyle, önce Eisenhower’ın sonra da Kennedy ve Johnson’un Başkanlıkları esnasında harici siyaset ile (kurucusu olduğu) "özel/sınırlı harp teorisi" hakkında raporlar hazırlamakla görevlendirildi.

Richard Nixon’un Başkanlığı sırasında onun, "National Security Council-Milli Güvenlik Kurulu"nda "Başkan Danışmanı" olarak vazife yapmaya başladı ki, bu "iş", onun için ABD siyasetini ve aygıtlarını elinde toplamak ve şekillendirmenin vesilesi oldu.

1968’den 1976’ya kadar bu vazifeyi sürdürdü; bu dönem ise ABD’nin "Özel/Sınırlı Harp" dökümanlarının birbir neşredilip, tam teşekküllü olarak ortaya konulduğu, ABD’nin dünyaya "nizâmat" vermeye kalkışmasının başlangıcıdır.

1971 senesinde Çin ile alakalanmaya başladı.

Mao ile görüşmeler gerçekleştirdi.

1971 Temmuz ayında Çin’e gayr-ı resmi gizli bir seyehat yaptı ve bu ziyaretin "meyvelerini" de çok kısa bir süre içinde topladı:

Çin’in, 1971’in 25 Şubat’ında Birleşmiş Milletler Teşkilatı’na "daimi üye" olarak (veto yetkisini haiz) girmesini, ardından da Milliyetçi Çin Devleti’nin BM’den atılmasını sağladı.

Bütün bu yaptıklarından ötürü de, 1972 Şubat ayında Pekin’e giden Nixon’un hararetle karşılanmasını sağladı ki, bu durum, Çin ile Sovyet Rusya arasına daha bir gerginlik çekti.

Aynı anda SSCB ile de münasebet kurdu. "Detenta-Yumuşama Siyaseti"ni icad ederek bir manada Komünistlerin Asya ve Afrika’da yayılmalarını sağladı. Bu ise ona "Hariciye Bakanlığı"nı getirdi.

Kruçev ve Brejnev ile SSCB’nin ve KGB’nin ileri gelen idarecileri, SSCB’nin Afrika ve Asya’da yayılmasını "Kissinger’ın "detante-yumuşama siyaseti"nin vesile olduğunu ve kendisinin "sanki bir SSCB diplomatı gibi çalıştığını" -müstehzi bir ifade harici olarak- defeatle söylemişlerdir.

1971 senesinde Kuzey Vietnam temsilcisi Le Duc-Tho ile müzakerelere başladı ve 1973 Ocak ayında, ülkenin 1975 Nisan’ında Komünist idare altına girmesine sebeb olacak andlaşmayı imzaladı.

1974 senesinde Kıbrıs’a yapılan TSK Harekatı’nda "öğrencisi" Başbakan B. Ecevit vesilesiyle etkili oldu ve harakatın seyrini değiştirdi.

1975 senesinde Menahem Begin ile Enver Sedat’ın, Camp David Andlaşması’nı yapmalarına büyük yardım etti.

1975 senesinde Nixon’un başında patlayan "Watergate Skandalı" sebebiyle onun Başkanlıktan ayrılmasını "tavsiye etti" ve yerine "Bilderberg Grub"lu G. Ford’un geçmesini sağladı; Hariciye Bakanlığı vazifesine elbette devam etti.

1977 seçimlerinde Demokrat Partili J. Carter’ın Başkan seçilmesiyle bilikte bu vazifesinden "ayrıldı"; fakat, Carter’ın en yakın "hususi danışmanı" olarak kalmaya ve ona "harici siyasette" akıl vermeye elbette devam etti.

İstifa ettikten sonra, bir istisna olarak, sadece eski Devlet Başkanlarına tanınan gizli servis elemalarınca korunma hakkı, Senato tarafından kabul edilerek ona da verildi; Carter tarafından 12 Şubat 1977 tarihinde de "Enerji Tasarrufu Komitesi Başkanı" olarak vazifelendirildi.

Bu vazifeleri onun siyaset sahnesinden çekilmesinin ve artık yetiştirdiği insanlarla "arkadan" idare etmesinin başlangıcı oldu.

Kurduğu "Kissinger Associates" firmasiyle "harici siyaset" hususunda konferanslar vermekte, kitablar hazırlamakta ve "yeni adamlar/yes-man’s" yetiştirmektedir.

Fakat dediğimiz gibi onun siyaset sahasından çekilmediğinin en büyük emaresi ise, "YENİ DÜNYA DÜZENİ"nin isim ve teorisi"ni kuran ve bunu da "Kissnger yes-man’s/Kissinger’in evetçileri" olarak lakablanan adamlari vasıtasiyle George Bush’a empoze edenin de o olmasıdır.

Şimdi, Kissinger’i biraz daha yakından tanıyalım

II. KISIM

ABD’Yİ ABD YAPAN ADAMIN FAALİYETLERİ

KISSENGER’IN KIYMETİ

Kissinger, yazdığı kitab ile, II. Dünya Savaşı içinde, ABD’nin ilk merkezi istihbarat teşkilatı "OSS-Office of Strategic Services/Stratejik Hizmetler Servisi"nde gösterdiği başarı ve Rockefellerlar’ın hükümetteki etkisiyle Nixon’un Başkanlığı döneminde "Milli Güvenlik Konseyi Baş Danışmanı" olmuştu.

Bu sıralar, "İsrail"in işgal ettiği toprakları meselesi gündemdeydi.

Nixon, bu meselede Hariciye Bakanı William D. Rogers’ı görevlendirdi. Kısa bir süre sonra, "Rogers Planı" olarak bilinen rapor ortaya çıktı; fakat bu plan "İsrail" tarafından şiddetle protesto edilmiş ve eğer ABD tarafından resmen kabul edilirse ilişkilerin bozulacağından bahsedilmeye başlanmıştı.

Stratejisini Kissinger’in çizdiği bir operasyonla Rogers hakkında basında büyük bir kampanya başlatıldı.

Bu arada "İsrail" de, "Yahudi Lobisi" ile Nixon’u ikna etmeye çalışıyordu. Kampanya netice verdi ve Nixon, Plan’ı işleme koymaktan vazgeçtiği gibi Rogers’ı da görevinden aldı.

Yerine Henry Kissinger’ı vazifelendirdi.

Böylece, hem "Milli Güvenlik Kurulu Danışmanlığı"nı hem de Hariciye Bakanlığı’nı (ABD tarihinde ilk ve son olarak) kendi tahtında topladı.

Menahem Begin’in bu hususta söylediği söz, hem bu durumun fevkaladeliğini, hem de Kissinger’ın SİYONİZMİN NEZDİNDEKİ KIYMETİNİ ortaya koymaktadır:

«- DR. HENRY KİSİNGER’IN AMERİKA HARİCİYE BAKANI (DA) OLMASI, BİRLEŞMİŞ MİLLETLERİN İSRAİL’İN KURULUŞUNA KARAR VERMESİ KADAR MÜHİM BİR HADİSEDİR.»

Bu tayinden sonra ABD hükümeti sıraları tarihin görmediği kadar çok Yahudi akımına uğramıştır.

Kissinger, bu faaliyetinden (ve ADL gibi birtakım Yahudi derneklerine "vergi muafiyeti" sağladığıdan ötürü) 1982 senesinde büyük bir Yahudi teşekkülü olan ADL tarafından "Yılın Adamı" seçilerek ödüllendirilmiştir.

"KARA PARA" VE KISINGER

ABD’de kurulu bir dernek vardır: "ADL-Anti Defamation League"...

Kısaca "Yahudi Hakları Derneği" de denilebilir buna; kuruluş gayesi, ABD ve dünyada Yahudi karşıtı fikir ve haraketleri ilan ve imha etmek.

En tehlikeli siyonist teşkilatlardan biri olan "B’nai B’rith"in tavassutu altında faaliyet gösterir.

Bu dernek, sadece bununla iştigal etmiyor tabii. "Masrafları"nı çıkartabilmek için de birtakım faaliyeterde bulunuyor. Konferans, seminer, broşür vesaire bir yana ADL ismini dünyaca duyuran faaliyeti, Kolombiyalı "uyuşturucu Baronları" ile ilişkisidir.

Dernek, Medelin karteli ile ortak faaliyette bulunmuş ve "kara para" aklamıştır. Birlikte "bankacılık" yaptılar ve "Holywood"a girdiler.

ADL’nin 1982-86 arasında İdari Kurul Başkanı olan -Wall Street avukatlarından- Kenneth Bialkin, iki finans şirketini "uzlaştırıp", Kolombiya-Medelin Kartelinin ortaklığını sağladı.

Mali kanunların "elverişli bir halde" olmasından faydalanarak, piyasada varolan "karaparaları aklayacak" bir şirket kurmaya niyetlendi ve "Lehman Brother’s" ile "Khun, Loeb and Co."nun "evliliğini" sağladı; bunlara "Loeb Rhodes Co."nun da katılımiyle 1984’de Amerikan Express (Amex)"i kurdu.

Böylece, dünyanın bir ucundan yatırılan "kara/uyuşturucu parası", New York’ta "temiz para" olarak çekilmeye başlandı.

İşte bu American Express"in yönetim kurulu üyesidir Henry Kissinger!.

"P-2 Locası" LOCASI" VE KISINGER

1981 senesinde meydana gelen bir hadise, dünyayı idare eden ve idare etmek için de gerekirse masum insanları gözünü kapamadan öldürmeyi şiar edinen bir gizli teşkilatlanmanın de-şifre olmasının başlangıcı olmuştu.

Avrupa’da çorap söküğü gibi heryerden "itirafların" çıkmasına ve heryerinde teşkilatların açık olmasına sebeb olan hadise, İtalya’da "P-2 Locası"/Propaganda-2 Locası"nın faş olmasiydi.

"P-2 Locası Locası", 1966 senesinde İtalya Büyük Şark Lacası’nın o zamanki Üstad-ı Azamı Giordino Gamberini’nin emriyle kurulmuştu.

Bu Loca’nın 1981’deki Üstad-ı Azamı Licio Gelli idi; Gelli, II. Dünya Harbi sırasında Arnavutluk’ta NAZİ’lerle birlikte faaliyet gösterdi.

İtalyan komünistlerini/parizanlarını ihbar ediyordu. Zenginliğe de bu sırada ulaştı: Yugoslav Devlet Hazinesi o sırada İtalyan şehri Cattaro’da tutulmaktaydı ve savaştan sonra pek az kısmı memlekete döndü, çoğunu Gelli ve ortakları pay ettiler aralarında.

Bundan sonra CIA adına çalışmaya başladı fakat KGB ile de iş yaptı.

Böyle pis bir geçmişe sahib olan L. Gelli’nin denetimindeki "P-2 Locası" Locası"’nda, İtalya’nın en şeçkin entellektüelleri, siyasetçileri ve askerleri yeralmaktaydı.

Bir misal olsun, İtalyan Askeri Gizli İstihbarat Teşkilatı Başkanı General Guiseppe Santovito ile İtalya Gizli Servisi’nin -eski- Başkanı Albay Antonia Viezzer, Loca’nın bir azalariydiler.

1981 Mart ayında İtalyan polisi tarafından Licio Gelli’nin evi basıldığında "örgüt üye listesi"nin tamamı ele geçirilemiş olsa da, onlara ulaşabilecek birtakım vesikalara ulaşılabilmişti.

Bu vesikalardan birinde de İtalya’da -tıpkı bizim Solomon Demirel gibi- 7 kez başbakanlık, 33 kez de Bakanlık yapmış olan (sonradan örgüte üye olduğunu itiraf etmiştir.) Giulio Andreotti’nin ismi bulundu.

Bu vesikanın ortaya koyduğu başka birşey ise, G. Andreotti’nin "Order of the Temple of Jerusalem-Kudüs Tapınağı Tarikatı"nın ASKERİ KANAD ŞEFİ olduğuydu.

"P-2 Locası Locası", "Tapınak Şövalyeleri Tarikatı"nın bir kolu idi kısaca.

"Tarikat"ın, 1979 tarihli vesikaya göre, 9562 üyesi-şövalyesi vardı ve bunların 1000’i Amerikan 3000’ini de İtalyan idi. CIA -eski- Başkanlarından William Casey ve William Colby, ABD Vatikan Büyükelçisi William Wilson, (Kissenger’ın yetiştirdiği) ABD -eski- Savunma Bakanı Aleksandır Haig de "Şövalye" idiler.

"Tapınakçılar", İtalya’da "P-2 Locası" maskesi altında faaliyet göstermekteydiler.

Bu teşkilatlanma, İtalya içinde birçok suikast ve sabataju gerçekleştirmiş, binlerce insanın ölümüne sebeb olmuştu. Yolsuzluklara bulaşmış, teşkilata üye olan Kardinaller vasıtasiyle Vatikan ve Mafya arasında ilişki kurmuş, Vatikan’a ait bankalarda "kara para aklama operasyonları" gerçekleştirmişti.

"P-2 Locası"nin "33. Dereceye yükselmiş üyelerinden" teşekkül ettirilmiş bir "üst kurulu" da vardır ki bunun ismi de, "Monte Carlo Locası"dır.

İşte Henry Kisinger bu "Monte Carlo Locası"nın azasıdır.

"PRESTROYKA" VE KISSINGER

SSCB artık iktisadi olarak iyice çökmüş, ülkede açlık ve sefalet başgöstermişti.

Politbüro Şefleri birbiri ardınca geldikleri "Sekreterlik" makamında "ecelden"(!) ölüyorlardı.

Sıra Gorbaçov’a gelmişti.

Gorbaçov ise "Glasnost" diyordu.

Dünya üzerinde (150 senedir) sadece 11 şubesi bulunan Siyonist teşkilatların en tehlikelisi "B’nai B’rith", birden bire 12. şubesini hem de Moskova’da açmaya karar verir.

Tarih, Gorbaçov’un iktidara gelişinin beşinci yılıdır, 1989 Ocak’ı...

Hem bu açılışı yapmak hem de "ilişki" kurmak için "Trilateral Komisyon"un "as takımı" da Moskova’ya gider.

Başlarında David Rockefeller vardır heyetin.

Kapalı kapılar ardında görüşmeler yapılır, dışarıya, "Sovyetlere, dünya ekonomisine ortak olma teklifi"nde bulunduklararını hatta Dünya Bankası ve IMF’ye üye olunabileceğinin bile teklif edildiği söylenir.

Ardından da Gorbaçov’un "Prestroyka"sı ve Doğu Avrupa’daki "Demirperde devletleri"ndeki "bağımsızlık" hareketleri meydana gelir; SSCB’nin hiç sesi çıkmaz.

İşte bu giden heyetin içinde Henry Kisinger da vardır.

ÇEÇENİSTAN VE KISSINGER

Kısa bir süre sonra Gorbaçov iktidardan uzaklaştırılır ve yerine, ayyaş, sefih, fuhuş düşkünü "Ben, Allahsızım!" demekten başka hiçir hususiyeti olmayan Boris Yeltsin iktidara gelir.

CFR ve "Trilateral Komisyon"un, "Prestroyka"dan sonra geliştirdikleri "yeni doktrin", "BİRİNCİ TEHDİT: İSLAM!" olarak yerleştirilir.

Bunun "teorik kuramı"nda ise, "Kuzey ve Güney çatışması"ndan veya "bloklaşma"sının gerekliliğinden bahsedilmektedir.

Trileteral Komisyon’un kurucusu ve CFR’nin Kissinger ile birlikte en önemli "teorisyelerinden" biri olan -Yahudi- Zbigniev Brzezinski ise, "Yakın bir gelecekte savaş ve barış meseleleri, Doğu-Batı arasındaki askeri güvenlik meselelerinden daha ziyade, Kuzey ve Güney arasındaki ekonomik ve sosyal mevzulardan kaynaklanacaktır" demektedir bu günlerde.

Bu durumda ise, "Doğu ülkeleri" (ki burada Doğu’dan kasıt, "İslam" değildir tabii), Komünist ülkeler ile Avrupa devletleridir, bunların hepsinin "Kuzey" çatısı altında "Güney"e karşı bir "Birlik" teşekkül ettirmesi gerektiğini ifade edib, üstüne basa basa şunu ekliyordu:

"-Bu Birlik, kesinlikle anti-komünist olmamalıdır!"

Bunun altyapısı olarak daha evvelden "Trilateral Komisyon" kurulmuş ve bu "üçlü cephe komisyonu", ABD, Almanya ve Japonya finansörleri ittifağı olarak, "yakın gelecekteki bu birliğin" temellerini atmaya başlamıştı.

1989 Ocak’ında "Trileteral Komisyon"un Rockefeller ve Kissinger başkanlığında SSCB’ye yaptığı "ziyaret", işte bu "İttifak"a onu da dahil etmekden başka bir mana taşımamaktadır ve SSCB, "Prestroyka" ile bu daveti kabul emiştir.

Ama bir "sorun" vardır.

SSCB’nin "yıkılışıyla" birlikte Avrupa’daki "komünist devletler" bir bir "Liberalize" olmaya ve hatta "Avrupa Birliği"ne -ileride- alınmalarına yolaçacak kadar "demokrasi ve iktisadi rahatlığa" ererlerken, Kafkasya, Orta Asya’ya doğru kesimindeki bölgelerdeki "ayrılma ve bağımsızlık" hareketlerinin de başgösterme "sorunu" ortaya çıkabilirdi.

Nitekim, o gün devam devam eden "Çeçenistan Bağımsızlık Savaşı", bunun bir delilidir; peki bu "sorun"a karşı ne yapılmalıydı?

[Zbigniev Brzezinski, Çeçenistan Devleti ile Rusya arasındaki müzakereleri organize etmekte,A. Maşedov’un hususi temsilcisi ve geçenlerde, Zbigniev Brzezinski tarafından organize edilen toplantıya katıldıktan sonra Rusya’nın isteği üzerine tutuklanan Zakayev ile "hususi" görüşmeler yapmaktadır. Bu görüşmeler ise, -o an- "Şura Başkanı" olan Şamil Basayev tarafından "ihanetle" suçlanmıştı.]

Dünya eğer artık "liberalleşmeye" başladiyse, bundan Trans-Kafkasya’nın da nasibini alması gerekiyordu.

Ama, öyle olmamalıymış meğer!.

SSCB’dan sonra kurulan "Bağımsız Devletler Topluluğu" ile "Rusya Federasyonu"na, bu "sorun"a karşı nasıl bir strateji takib etmesi gerektiği de gösterilmeliydi ve gösterildi:

«- Orta Asya konusunda ABD ile Rusya Federasyonunun çıkarları birbirleriyle uyuşmaktadır. Orta Asya’da İslami radikalizmin yayılması halinde bu Ortadoğu’yu da etkiliyebilir. Bu açıdan, İslami radikalizm, ABD çıkarlarına aykırı olduğu gibi, en şiddetli bir biçimde Rusya’nın da çıkarlarına aykırıdır ve birlikte hareket edilmelidir.»

İşte, Çeçenistan’daki katliamın "fetvası" olan bu sözler, Henry Kissinger’e aittir!

BOSNA VE KISSINGER

Slobadan Miloşeviç ismini Bosna’da müslümanlara karşı giriştiği soykırım faaliyetiyle tanımaktayız.

Miloşeviç, 1983’de Yugoslavya’da "Beo Bank"ın Başkanıydi.

Bu banka, Yugoslav arabası "Yugo"nun ihracatiyle ilgilenmekteydi.

O tarihte ABD’nin Belgrad Büyükelçisi, Lawrance Eagleburger idi; bu zat ise "Kissinger yes-man’s3lerden birisidir.

Eagleburger, "Yugo"nun Amerika’da satımı için anlaşma yaptı; bu sebeble Miloseviç’le de ilişki kurdu.

"Yugo"nun ABD’deki satış işlemlerini ise, 1982’de hükümetteki görevlerinden ayrılıp "perde arkası" faaliyete geçmiş bulunan Kissinger’in kurduğu "Kissinger Associates" üzerine almış ve büyük bir kâr da elde eatmişti.

1990 senesinde Eagleburger, ABD Başkanı George Bush tarafından "Doğu Avrupa İşleri Koordinatörü" olarak tayin edildi.

Bu makam için bir fon kuruldu. Bu fondan "Doğu Avrupa demokrasilerinin güçlenmesine yardım" edilecekti. Kissinger’ın şirketi bu işlerden de "sebeblendi."

Yugoslavya’daki "demokratik kuruluşlara" yardım ise, "Milli Demokrasi Vakfı" tarafından organize edilecekti.

Bu vakıf, "Kissinger yes-man’s" olan Eagleburger’ın kontrölü altındaydı.

Vakfın "dağıtım işleri"nin başına da Carl Gersham getirildi. Gersham, ABD’deki yahudi derneği ADL’nin idarecilerindendi.

Vakıf, Sırbistan idarecilerine ve tabii ki Miloseviç’e, "teşkilat, teşkilat disiplini, kitleleri etkileme" hususlarında seminerler verdi.

Eagleburger’un ABD siyasetini (Doğu İşleri Koordinatörü’dür) şekillendirmeye başladığı ve Yugoslavya’nın "parçalanmaması gerektiğini" dikte etmeye başladığı günlerdir bu günler.

Bu günler aynı zamanda, "Yugoslavya’nın parçalanmamasını isteyen ABD"den "icazet" alan Miloseviç’in "Bosna-Hersek İslam Devleti"ne karşı katliama başladığı, ABD’nin "sessiz kaldığı" günlerdir; ABD’de bile gazetelerin bu durum "ahlaksız bir reel-politika" diye nitelenir ve Miloseviç ile "Kissinger’s yes-man"lar hakkında "Belgrad Çetesi" ifadeleri kullanılmaya başlanır.

Bush’un iktidardan ayrılmasından sonra Clinton döneminde Eagleburger görevinden ayrılır; ayrılır ama tesiri hala devam etmektedir.

Kissinger da "Clinton’u, Bosna’ya müdahale etmemesi için uyardığını" açıkça gazetelerde ifade eder. Sırplara hertürlü silah gelirken, Bosnalı müslümanların "sadece silah istiyoruz!" açıklamalarına, Kissinger, "Asla!" sözüyle (1995 Haziranı) cevab verir.

Bosna meselesi ve buradaki "siyasi iğrençlikler" uzun bir makale meselesidir fakat bilinmesi gereken, Bosna’da akan Müslüman kanının -ilk başta- sorumlusu; bunun yanında, Rusya’da B. Yeltsin iktidarı ile Yunanistan arasında buna Sırbistan’ın da dahil edilerek bir "ORTODOKS CEPHESİ"nin teşekkül ettirilmesinin de sorumlusu, Henry Kissinger’dir.

•••

Henry Kissinger, bizim buraya yazdığımız ve herkesin gördüğü ve "bu na vahşet!" diyerek seyrettiği siyasi hadiselerin arkasındaki adamdır.

Şunu açıkça söylemek gerekir ki, ABD’yi bugünkü ABD yapan, "dünya hakimiyetine" yönlendiren, bunun alt ve üst yapı teşekküllerini kuran, yani ABD’yi gerçekte idare eden tek adamdır o.

Alt yapı-üst yapı...

Bütün bu yazdıklarımız, "üst yapı" olarak ele alınırsa, onun "alt yapı"yı nasıl kurduğunu da göstermek gerekir.

"SINIRLI HARB" VE KISSINGER

Amerika’nın dünya jandarmalığının en önemli sacayağı, "hususî harb-sınırlı harb"tır.

Bu tarz harb, açıktan yapılmaz; gizlice sızarak, hatta meşru anlaşmaların hilafına meşru anlaşma yapılan devlet(ler) içindeki birtakım operasyonlardır.

"Hususî harb"ın, Pentagon tarafından muhtelif zamanlarda "Gayr-i nizami harb, sınırlı harb, ayaklandırmaları bastırma harekâtı, Kontrgerilla harbı, yabancı iç savunma, düşük yoğunluklu harb" olarak isimlendirilmiştir.

İsimlendirilmesinden de anlaşılacağı üzere, "hususî harb", içinde psikolojik harbin de olduğu askerî veya askerî olmayan faaliyetleri ihtiva eder.

Amerika’yı bugünkü hâle getiren, gizli servislerinden (jeopolitik) nazariyelere kadar herşeyle ilgilenen, tabiatıyla "hususî harb"ı da "teori-pratik" hâlinde geliştiren Kissinger’dir:

"-Uzun menzilli, çok süratli ve hareketli modern silahlarla birlikte Amerikan topraklarının geleneksel ulaşılmazlığı da sona erdi. Birleşik Amerika’yı termonükleer silahlar tehdit ettiğine göre, bu tehlikeyi bizden uzak tutmak için savaşmalıyız. Global harb yerine, Birleşik Amerika’nın topraklarından uzakta, MÜTTEFİKLERİMİZİN ve DÜŞMANIN TOPRAKLARINDA YÜRÜTÜLECEK SINIRLI HARPLER STRATEJİSİNE GEÇMELİYİZ." (1)

Yine Yahudi bir kurum, Rockefeller Vakfı", Kissinger’in başkanlığındaki "Özel Araştırma Grubu"na hazırlattığı (1956-1958) ve 1958 yılında yayınlanan "rapor"da, "Amerika’nın seçenekleri" başlığında şunları söylüyordu:

"-Bizim güvenliğimizi sadece açık saldırılar tehdit etmiyor. Bu açık saldırıların yanında, ondan daha tehlikeli, fakat saldırı görünüşünde olmayan başka cins tehditler de vardır. DOLAYLI SALDIRI adını verdiğimiz bu tehditler, içerden yapılmak istenen değiştirme ve dönüşümlerdir. Bu maskeli saldırılari bazen iç harb şeklinde, bazen demokratik akımlar ve reform hareketleri biçiminde karşımıza çıkmaktadır. Bizim amacımız, bu ve buna benzer akımları önlemek olmalıdır... Gerek bizim, gerekse komünist olmayan diğer dünya devletlerinin güvenliğini sağlamak için, mahallî kuvvetler ve akımlar tarafından sıkışık durumda bırakılmış olan dost hükümet ve rejimlere silahlı yardımlar yapmak zorunluluğunu duymalıyız. Bu zorunlulukla yapılacak askerî müdahale, ne KLASİK ASKERÎ STRATEJİYE UYMAKTA NE DE GELENEKSEL DİPLOMATİK MÜDAHALEYE BENZEMEKTEDİR. Bu askerî müdahalenin KENDİNE HAS BİR BİÇİMİ ve NİTELİĞİ vardır." (2)

Hususen II. Dünya Savaşi sonrasında başlayan "kendine özgü bir biçim ve niteligi" olan bu harb stratejisiyle, ABD, tüm dünyayı kendi "çıkar alanı" olarak görüyor ve tabiatiyla da, degişik yerlerde meydana gelen "çatışma/karışıklık harb"ları, kendi "İÇ GÜVENLİĞİYLE" irtibatlandırıp, müdahalede bulunmayı meşru sayıyordu.

J. F. Kennedy devrinde kurulan "Özel Grup", ki Kissinger yine başroldedir ve onun devrinde bunun ismi -ilginç!- "40’lar Meclisi"dir, 1962’de, müdahalede bulunma hakkını resmî bir metin hâline getirip, bizim MGK gibi bir kurum olan "Milli Güvenlik Konseyi"nin "Eylem Notası" hâlinde, "NSAM 182" koduyla 24 Agustos 1962’de yayimladı.

Bu resmî metnin ismi, "US Overseas Internal Defense Policy-ABD Denizaşiri İç Güvenlik Politikası"dır ve "OIDP" olarak anılır.

Bu ise, 1951 yılındaki bir kanunun degiştirilerek tatbiki hâle getirilmesinden başka birşey degildi.

1951 yilinda "Karşılıklı Güvenlik Andlaşmaları" kanun tasarısı Kongre’de müzakere edilirken, 101. maddeye tadil teklifi sunan Senatör Kersten, "Benim yapmış olduğum tadil teklifi; bu ülkelerde faaliyet göstermek amaciyla kurulmuş veya kurulacak yeraltı teşkilâtlarına yardım edilmesini önlemektir. Yapılacak yardımların amacı, bu ÜLKELERDEKİ HÜKÜMETLERİN DEVRİLMESİDİR!" diyordu ve bu madde de Senatörün teklifine uygun olarak degiştiriliyordu.

İşte Kissinger, "yardım yapılacak ülkelerdeki hükümetlerin bile devrilmesini sağlayacak"; "ABD topraklarını tehlikeden uzak tutmak için denizaşırı üslerin kurulmasını sağlayacak", "mahalli kuvvetler (gerilla/milis güçleri) teşkilandırılarak "dost ülke"nin kontrol dışına çıkmasını engelleyecek" ve böylece ABD’nin GAYR-I RESMİ SÖMÜRGELERİ OLAN DEVLET-ÇİKLER meydana getirecek olan "SINIRLI HARB TEORİSİ"ni kuran adamdır.(*)

NETİCE

Bunca yazılanlardan ve bu adamın yaptıklarının öğrendikten sonra söylenecek fazla birşey yok.

"Yapılacak" şeyler vardır.

Bu adam, çok zeki, çok faal, kendine olan güveni büyük, irade sahibi ve tuttuğunu -arkasındaki güçler sebebiyle- koparan bir karaktere sahip.

Devamlı üretmektedir. Fakat, planının ne olduğu aşikardır artık ve o planına hala sadık olarak faaliyete devam etmektedir.

Yapılması gereken, bu planı sekteye uğratacak FİKRÎ hali ortaya koymaktadır ki, bu "İBDA" olarak ortadadır.

Fakat bu tek başına yeterli olmamaktadır.

Bunun "hayata geçirilmesi" için, "bölgeye ve dünyaya" nasıl baktığına dair stratejilerin üretilmesi, bunun yoğun bir propaganda ile halka ve "tesirli yerlere" naklinin sağlanması, bu "stratejinin takibiyle nasıl bir fayda sağlanabileceğinin" ortaya konulması;

Herşeyin herc ü merc olduğu, devletlerin iç ve dış buhranlarla sarsılmaya başladığı, yıkılamaz denilen bloklaşmaların çatlamaya başladığı;

İslam ülkelerinin, üzerlerindeki SİYONİST KOMPLOYU GÖRÜP, buna karşı "silahlı mücadele" içerisine girmeye başladığı;

Ve daha da mühimi, Irak gibi, işgali-harbiyle bölgenin yeniden "haritalandırılacağı" bir meselede BÖLGE VE ÜLKE FAYDASININ hangi stratejiyi takip ile elde edilebileceğinin (ki, "Irak Savaşı"nın planlayıcısı Kissinger (ve adamları)dır.) basit ve tesirsiz "Savaşa Hayır!"ın dışında ortaya konulması gerekmektedir.

Bu eğer ortaya konulursa, değişik alternatifler halinde takip edilmesi gereken strateji empoze edilmeye başlanırsa, bunun "bir yerlerde" aksülamel bulacağından kuşku yoktur.

İşte Heinrich Albert Kisinger’ın ve Siyonizm’in yenilmesinin yolu!

Bu aynı zamanda -hayal değildir!-, Kissinger’in, bizde çok vahşi intibalar bırakan "Kartal Özel Tip Cezaevi"ndeki "tek tek"lerde, "Hakk’a ve Halka olan düşmanlığının" muhakemesi için bekletilmesinin de yoludur.

Hedefimiz bu!..

Bu "hedefe" nişanlı çalışmalıyız!


(ARSIV: www.doststrateji.cjb.net 'den iktibas)

Notlar:

1) M. Fahri, "Amerikan Harp Doktrinleri", Yön Yay., 1966, s. 262

2) M. Fahri, a.g.e., s. 298.

(*) Bu hususta; "Tarihî, Hukukî, Siyasî Cihetleri ve (Jeopolitik)iyle BAŞYÜCELİK DEVLETİ -Arz’ın Halife’ye Hediyyesi Olan Kudret-" başlıklı, sitemizde yeralan çalışmanın, "III. Kısım: Dünya Kamu Düzeni Ve Siyonizm İlişkisi" bölümünde daha detaylı bilgileri okuyabilirsiniz.

CEPHE

Salih Demirci

Doğu Strateji ve Tahlil Merkezi


GİRİŞ

Türkiye büyük siyasi değişikliğin önüne geldi ve duruyor.

Durması, iradi bir durma değil, sözün gelişi söylenmiş bir kelime; siyasi değişiklik, yanında ne gibi menfi veya müsbet vukuatları meydana çıkaracak bilinmez fakat kararlı olarak geliyor.

Kim getiriyor, neleri amaçlıyor; değiştirilecek olan veya olanlar kim ve neler meydana gelebilir?..

Bu soruların bazıların cevabları pek belli değil.

Cevabı belli olanlar, değişikliği isteyen gücün ABD-İsrail ekibi olduğu; değiştirilecek olanın da Kemalizm ve “Ulus Devlet Sistemi” olduğu...

Peki 80 senelik bir devlet "geleneğine” sahib, hatta biraz daha geriye atarsanız 1850’lere kadar götürürseniz, (Jön Türkleri de katabilirsiniz) 150 senelik bir “köke” sahib olan Kemalist kuvvetler, en az 15 seneden beri ortada olan ve son üç senedir de iyice hızlandırılan bu “projenin” karşısında durabilirler mi yoksa “buyrun, sizin olsun!” deyip çekip giderler mi?..

"Genç subaylar rahatsız!” olduğuna göre, ikinci seçeği tercih etmelerine imkan vermiyoruz.

Hatta, "genç subayların” ve bütün subayların başı General Zwi Özkök’ün söylediğine nazaran, “Genelkurmaylık rahatsız” olduğuna göre, bazı şeylerin beklenmesi ve dünya hakimiyetine oynayan iki büyük siyasi ve askeri gücün planlarının biraz da “kanlı” olması beklenebilir.

Açık söylemek gerekirse, İTİN İTİ KIRMASI gibi bir pozisyon mevzubahis...

Bizim için bir "sorun" yok, isteyen istediğini yapsın, DENEBİLİR Mİ?..

Canalıcı, hayati sual bu.

İt dalaşında ABD-İsrail kuvveti, avantajlı pozisyonda...

Ülkede "huzur ve güven ortamı” var...

Bir harb olmuş yanımızda ve “ülke ekonomisinde ağır bir zayiat yok”...

"Ekonomik göstergeler" normal...

"Büyüme" yükseliş trendi halinde...

Türk Lirası Dolar karşısında değer kazanıyor ama faizlerdeki küçük yükseliş dışında pek bir “sakıncalı” durum yok ve Doların yükselişi için de Hazine harekete geçti...

Kısaca “iktisadi entrümanlar” uygun şekilde kullanılırsa iktisadi ve mali durum düzenlenebilir, gözüküyor.

Bunun yanında AKP hükümeti, “dış politikadaki sorunları” bir bir halletmenin ve “Devletin başına bela olan” meseleleri “altetmenin” yollarını arıyor.

Kabul edilsin veya edilmesin Kıbrıs’ta ve Ege’de kış uykusundan kalkınılmış ve “bir şeyler” yapılmaya başlanmış.

Basın dünyası Hükümeti küçük çatlak sesler dışında arkalıyor.

"Toplumsal barışı tesis için” harekete geçilmiş ve “PKK’li vatan evladlarını kucaklamak” için “Pişmanlık Yasası” asla olmayan “Huzur Affı” çıkartılmasının son noktasına gelinmiş.

Adalet işleyişindeki “eşitsizliği” ortadan kaldırmak için “CMUK”ta restorasyon yapılmaya başlanmış.

Hortumculara yönelik çalışmalara start verilmiş.

Vesaire vesaire vesaire...

AKP hükümetinden Türkiye YANSITILAN "iyi şeyler” bunlar.

Açık söylemek gerekirse, evinden işine giden ve bayağı da “şehirleştirilen” tabiatiyle de “kapitalistleştirilen/bencilleştirilen” (buna “birey’leştirme diyebilir ama asla Şahsiyet’leştirme demek mümkün değil.) seçmen kitlesi için bunlar “İYİ GÖSTERGELER” olarak değerlendirilmektedir.

Peki şu “rahatsızlıkları” söylenen Genç Subaylar takımı ve hatta Genelkurmay bölüğü nelerden “rahatsızlar?”

Bürokrasiye yapılan irtacai atamalardan rahatsızlar...

Apartman altlarına açılan “küçük mescidlerden” (ne demekse?.. mescid, zaten “caminin küçüğü” manasınadır, bunun “küçüğü” ne olaki!) “rahatsızlar”...

Meclis Başkanının türbanlı eşinden “rahatsızlar” ve boşatmaya niyetliler...

Milli Eğitim Komisyonlarında görüşülen ama her zaman “bir sonraki döneme” ertelenen öğrenci affı içerisine sokuşturulmaya çalışılan “türban affı”ndan “rahatsızlar”...

Bir de bunların “sosu” olarak “ulus devletin bağımsızlığına halel getirilmesinden” rahatsızlarmış.

ESAS GİRİŞ

Şimdi bu anlayıştaki insanlar, “rahatsız” oldukları sebeblerden ötürü, BU ÜLKE İNSANIN ZERRE KADAR UMURUNDA olmaz, bu bir!

İkincisi, CEHENNEME KADAR da derler...

Üçüncüsü, millet aya giderken, bizim "yaya" kalmamızın sebebinin hangi GERİ ZEKALI SÜRÜSÜ olduğunu herkes görür.

Ülkenin manzarası bu...

Bunun yanında...

Memlekette yapılması planlanan “mevzuat değişiklikleri”nin, memleketi “Batı standartlarına” yaklaştırması ve tabiatiyle de büyük bir bela olan Laiklik meselesinin de “Batı normlarında” halledilmesi gündeme gelmektedir ki, AKP hükümetinin en büyük kozu da budur.

Böylece insanımız, “Laikçi”lerin baskısından kurtulabilmek için AKP’ye dolayisiyle de Avrupa Birliği’ne “ram” kılınmıştır.

Özellikle belli bir cenahın bundan dönüşü yok gibi...

Aşkın gözü kör etmesi gibi, sadece “Laikçi zihniyetten” kurtulmak için, hükümetin diğer meselelerde ortaya koyduğu falsoları görmemekte ve “Avrupa Birliği”ni yeni bir “Kızıl Elma” gibi algılamaktadırlar.

Avrupa Birliği’ne karşı çıkanların başında Kemalist “elitler” gelmekte..

Açık yazmak gerekirse bu karşı çıkışları da “memleketin evladlarının” pek derdi değil.

"Ulus devlet yıkılacak”mış..

Memleket evladı diyor ki, “bana 80 senedir kök söktüren bu ulus devlet, cehennemin dibine!”

"Hakimiyet devredilecek"miş...

Memleket evladı diyor ki, “bu devlet zaten benim hakimiyetimde değil ki, cehennemin dibine!”.

"Kıbrıs peşkes çekilecek”miş...

Memleket evladı diyor ki, “üç defa bedelsiz alma durumu olduğunda almadınız ve memleketin başına bela kıldınız, şimdi de bahene kılıyorsunuz, cehennemin dibine!”

Doğrudur aslında, Avrupa Birliği’ne girildiğinde veya sürec hızlanmaya başlandığında Kemalistlerin bahsettiği hususlar bir bir gerçekleşecek ama bunun gerçekten de “memleketin evladlarını” direkt olarak ilgilendiren bir hali sözkonusu değil.

Dört defa ihtilal-darbe yapılmasının sebebi, halk iradesinin tesisinin görülmesi ve Kemalistlerin memleket idaresinden uzaklaşma ihtimalinin ortaya çıkması değil miydi?

O halde, bu memlekette halk iradesi işbaşında değilse, ki öyle ve hala öyle, iradeyi ellerinde tutanların Avrupa Birliği’nden rahatsız olması gerekir ki, Kemalistlerin vaveylasının sebebi de işte bu zaten...

GELİŞME

Maddi olarak bakıldığında, iktisadi ve siyasi “huzur” ortamı doğacağından ötürü, “memleket evladının” bu İT DALAŞINDA Kemalistlerin yanında yeralmasını beklemek saflık üstü bir tanıma sahiblikle eşdeğer olacaktır.

Şimdi şu “rahatsızlar” cihetine bir bakalım; tabii ki bunlar “sözcü” hükmünde olanlardır ve ekabir takımının da zihniyet olarak bunlardan bir farkı mevcut değildir.

CHP’nin yobaz takımı... Zwi Kemal Alemdaroğlu, Zwi Kemal Gürüz, Zwi’ye Nur Sertel, General eskisi Osman Öztürk, Vural Savaş, Mustafa Balbay, Emin Çölaşan, Zwi Bedri Baykam, Doğu Perinçek, Oktay Ekşi, Zwi Ertuğrul Özkök, General İlhan Kılıç, Zwi Kemal Yavuz, Zwi Erol Manisalı, General Yaşar Büyükanıt, Zwi Sedat Ergin, Zwi Sedat Sertoğlu, İlhan Selçuk vesaire...

Şimdi bunların “rahatsızlıkları”, emin olunuz ki, “memleket evladının” ZERRE KADAR UMURUNDA DE⁄İL.

Bu İT DALAŞINDA, bu “rahatsızlıkları” yapanların cihetinde kimler var?..

AKP ekabirleri... Zwi dostu RTE, Zwi mutemedi A.G., Zwi Cüneyt Zapsu, Zwi "dergahı” TÜSİAD, Zwi Rahmi Koç, Zwi Nazlı Ilıcak, Verso’cu Erhan Göksel, Zwi Cengiz Çandar, Fehmi Koru, Zwi Eser Karakaş, Kanal 7...

İki grubun azalarını da arttırabilme imkanınız mevcut ama kamuoyunda ünlenenleri işte bunlar...

Bir de bunların arasında gidib gelen, “trafikçilik” yapan, her iki kesimin de haklı oldukları tarafları alıp, “eklektik” tarzı gerçekleştirmeye çalışanları var ki, bunların başında Toktamış Ateş, Zwi Çevik Bir, Ahmet Taşgetiren, Zwi dostu Cem Uzan geliyor.

Peki HALK NEREDE?..

Net olmak gerekirse, halk hiçbir yerde!..

O, "ekmek derdinde, aş derdinde”...

ESAS GELİŞME

Başta sorduğumuz soruyu tekrarlamanın yeridir:

Bizim için bir "sorun" yok, isteyen istediğini yapsın, DENEBİLİR Mİ?..

Can alıcı, hayati sual bu.

Bu İT DALAŞINDA iki tarafı da kendi haline bırakıp, “aradan sıyrılmak” mümkün mü?..

İki tarafın kendi hakimiyetleri için birbirlerini ezmesini seyretmek, mümkün mü?..

Kısaca:

NE YAPMALI?..

Zwi Genaral Özkök’ün açıklamasında, “8 Ocak’ta yaptığım açıklamaları iyi okuyunuz, orada rahatsızlıklarımız anlatıldı... Bunlar artarak da devam ediyor”, dediğine göre ve “28 Şubat’ı doğuran şartlar devam ettiği müddetçe, “darbe olur mu?” sualinin cevabını vermek istemiyorum!” sözüne nazaran NE YAPMALI?..

Öncelikle, bütün bu olan bitene karşı, “rahatsızlık kaynağı AKP” ne yapıyor, diye bir bakmak lazım ama, bakmaya değer birşey yapıldığını söylemek mümkün değil.

"İç dinamikler” açısından ellerini kıpırdatmıyorlar; eğer Genelkurmay kendilerine bağlıysa, ister örtülü değin ister açık deyin ama basbayağı “tehdit pozisyonuna” geçmiş bu Komuta Kademesini iki ay sonra ve hatta hiç beklemeden hemen şimdi EMEKLİYE ayırmalıdırlar.

Var mı böyle bir gelişme; YOK...

Zwi mutemedi A. Gül, "onların bir görüşü varsa halkın da bir görüşü vardır!” diyerek, kendisinden daha uzun boylu olan arkadaşının devamlı söylediği “popülizmin” en koyusunu yapmaktan başka bir şeyle uğraşmıyor.

Bir de...

"Dünyanın efendileri” olarak bilinen Siyonist sermayedar-siyasetçilerle tam bir işbirliği yapıyor.

Şurasını görmek lazım, Bilderberg Grub’a katılma “şerefine nail olmuş” AKP’nin önünü, diğerlerinin kesmesine imkan verilmiyor artık.

AKP’nin "almış olduğu güç” ve “tedbir” SADECE VE SADECE BU..

Bunun içindir ki, AKP sorumlusu Dengir Mir Fırat, MGK Gnl. Skrt.’nin yaptığı “uyum paketi itirazı”nı rahatlıkla ve edebsizce eleştirebilme ve hatta hadde çağırma yapabiliyor.

Bu mümkün müydü?..

MGK Gnl. Skrt. söz söyleyecek de, bir Parti temsilcisi bunu eleştirecek!!!

Kıyamet kopar ve etraf “andıçlardan” geçilmez idi, ESKİDEN...

Şimdi olmuyorsa, OLAMIYORSA, bunun İÇ DİNAMİKLERDEN kaynaklanmadığını, milletin sırtında senelerce boza pişirenlerin şimdi atmaya başladıkları vaveylanın şiddetinden anlamak lazım...

Burada dikkat edilmesi gereken bir husus, "maddi kıymetlerde/enstürümanlarda” olabilecek “oynamalar"...

Bu iki taraf içinde "işaret” olarak değerlendirilecektir.

AKP hükümetinin, memleketin "huzur ve güven ortamı” içerisine girmesinden faydalanarak bir ERKEN YEREL SEÇİME GİTME kararı aldığından bahsediliyor.

Nemaların ödenmeye başlaması da bunun bir delili olarak gösteriliyor.

Hatta ortaya atılan “Pişmanlık Yasası”nın da bu yönde bir “atak” olduğu iddia ediliyor.

Ama Kürdistan cihetinden gelen "ne yaptık ki pişman olalım ve af dileyelim!” itirazlarına hemen kulak verip, kanunun ismini “Huzur Yasası”na dönüştürebileceklerini söylemeleri, bu niyetlerini daha da ciddileştiriyor.

Söyler misiniz, bir Genel Af’la siyasi mahkumların hepsinin serbest bırakıldığı bir ortamda, kim tutar AKP’yi?..

Hatırlayanlar, genç olanlara Turgut Özal’ın çıkardığı 1991’deki “Şartlı Tahliye Yasası” ile 141-142-163. maddelerinin iptalinin meydana getirdiği “huzur ve güven ortamını” anlatsınlar; ömrü vefa etmemişti ama bu “rüzgarı” kullanmanın yollarını da bulmuştu. “Federasyon” demeye, Bekaa’ya “adamlarını” yollamaya ve “sabretsin, bu işi de (APO’nun Kürdistan meselesi!!!) halledeceğiz” demeye başlamıştı.

İşte AKP, “rötarla” bu “rüzgarı” yakalamaya çalışıyor ki, iç ve dış şartlar onun “yanında” sayılabilir.

Eğer AKP hükümeti şu şartlar altında yerel seçime giderse, şu anda belediyelerde varolan gücünü daha da arttırması kuşkudan uzaktır.

Bu ise; hem Meclis’te hem de Belediyelerde bir "uyum" ve bir memleket için en uygun idari şart/durum olarak gözükse de, vaveyla kopartanların hiç de istemeyecekleri bir ortamın oluşması manasına gelir.

Yukarıda “hükümetin artıları” olarak takdim edilen unsurlara, bir de hükümet partisine geçmiş belediye avantajından (köylerin ilçe, ilçelerin il yapılması; hele ki bu hükümet için çalışan Köprülülerin Vezirköprüsü’nün muhakkak il yapılması!) faydalanmak isteyenlerin oylarıyla, zaten çöplerin zamanında toplanması, yolların işlek hale getirilmesi yanında ister stabilize ister asfal olarak arttırılması, kanalizasyon faaliyetlerinin tıkır tıkır işletilmesi faaliyetlerinin de “memleket evladının” gönlünü okşayıcı olduğunu dikkate alır ve “artı” olarak değerlendirirsek, bu durum hep söylenilen DP-ANAP devrinden de daha büyük bir TEK BAŞINA HÜKÜMET faktörünü gündeme getirecektir ki, bu HÜKÜMETİN, İKTİDAR OLMAYA doğru yolalmasını kim engelleyebilir?..

Yukarıda gösterdiğimiz sebeblerden ötürü “rahatsızlanan” Kemalistlerin de bu manzara karşısında, tıpkı SSCB’den Bağımsız Devletler Topluluğu’na geçişte Komünistlerin başına gelen hal gibi SESSİZCE ÇEKİP GİTMELERİNİ kimse engelleyemez!.

Açık olmak gerekirse, şimdiki durumda kimse de Kemalistlerin çekip gitmesine “vah vah vah!!!” DEMEZ!.

ANALİZ; “DÜŞMAN DIŞ MİHRAK”

Burada bir analiz yapıyoruz.

Görülen o ki TÜRKİYE SİYASETİNE ÇEKİDÜZEN VERİLMEYE VE KILÇIKLAR KOPARTILMAYA VEYA TÖRPÜLENMEYE ÇALIŞILIYOR.

Fakat bir ülkenin "iç siyaset alanını”, HARİCİ GÜÇLE dizayn etmek mümkün mü?..

"Bilimsel" olmak gerekirse, "deneyler" (bkz. SSCB’den BDT’ye, Yugoslavya Halk Cumhuriyeti’nden Federasyonlaşmaya, TC’deki Tek Parti’den Çok Partili Sisteme geçiş ve 12 Eylül’den ANAP iktidarına geçiş sürecleri vesaire) bunun ARIZASIZ pek mümkün olamadığını gösteriyor.

Bir geçiş yapılıyor ama sorunlar çığ gibi büyüyor.

Denilebilir ki, heryerde böyle olmuyor ve sizin bahsettikleriniz "arizi" örneklerdir.

Türkiye, birilerinin dediği gibi “muz cumhuriyeti” değildir; evet, yönetim bakımından benzerlikleri varsa da jeopolitik ve jeostratejik nitelikleri, onu bu görüntüde görenleri aldatır.

Türkiye, bulunduğu mevkii bakımından ÇOK ÖNEMLİ bir noktada durmaktadır ve bazı çok bilmişlerin dediği gibi, “Irak’tan sonra Jeopolitik ve jeostratejik ve hatta jeoekonomik önemi azalmıştır!” sözü, bu insanlardaki beyin kudretinin azalmasının bir örneğidir sadece; tam aksine esas şimdi bu üç jeo...’sunun kudreti ve kuvveti artmıştır.

Bir BDT’den, YHC’den çok daha önemli bir mevkiiyi işgal etmektedir ve esas sorun da işte bunun için çıkmakta ve “ARİZİ DURUM” denilen hal de bunun için kuvvetle muhtemel ve ötekilerden daha ŞİDDETLİ olarak gündeme gelecektir.

Yukarıdan beri yazdıklarımız “plana dair”dir.

Bu "plan"ın ortaya konuluşu da, o kadar çok karışık düşüncelerin harmanlanmasından sonra olmamıştır.

Karışıklık, planı flulaştırmak için atılan birtakım “oltalar”dan oluşmaktadır.

Neticede "savaş”ın tanımı Kılozviç’e kadar da öyleydi, ondan sonra da öyledir, “düşmanın iradesini teslim almak”; atılan “oltalar” bu teslim alınmanın kolaylaştırılmasına yönelik ve basit gerçeği gizlemek içindir.

ABD-İsrail ekibi, şu Türkiye’yi kendimize bağımlı ama eskisinden de bağımlı ve tam olarak bir askeri üs haline getirip, bölgenin “merkezi” olarak ve Ortadoğu’ya oradan hükmetmek ve böylece de 1000 yıllık bir “islam devlet geleneği” olan devleti ve insanları, bölge insaniyle düşman haline sokup, “terör ve savaşı” kendi topraklarından uzak ama zenginliklerini yakın kılmak için elinizden ne gelirse yapın, diye adamlarına direktif vermiş!

Tabiatiyle yapılması gereken de iktisadını, siyasetini ele geçirmek.

Bu yapıldı.

Askeriyesini ele geçirmek; bu ise "uzaktan kumandalı” ve gerektiğinde düşürülerek gözdağı verdirilen F16’lılariyle, eski silah deposu haline getirilmiş mühimmat deposuyla ve Florida’da eğitilmiş General ve Albaylariyle bu da yapılmıştır.

Gerisi, bu senaryonun tatbikinin "tatlı sert” metodlarla pratize edilmesinde ve “flulaştırılmasına” kalmış.

Anlaşılacağı üzere, amaç, “düşmanın iradesini teslim almak”...

İrade...

Bir insanın evini ve elbiselerini ve giyeceklerini hatta yiyeceklerini dahi haczedebilir, elinden alabilirsiniz ama ondaki iradeyi teslim alamadığınız müddetçe -ne için haczettiniz ise o- korkularla yaşamaya mahkumsunuzdur ve neticede de bu iradenin “yandaki eve” taşınması sözkonusu olabilir.

İşte ABD-İsrail ekibinin şimdi yapmaya çalıştığı -daha doğrusu iki senedir yapmaya çalıştığı- da bu...

İçerideki “iradeyi” teslim almaya çalışıyor.

ABD-İsrail ekibi, güçlü bir ekib...

İktisad ellerinde, iktisadi enstürümanları kontrol edenler ellerinde...

Siyaset ellerinde ve siyaseti kontrol edenler de ellerinde...

Askeri güç (silah, mühimmat) ellerinde...

TC ise bu üçlü kuşatmanın tam göbeğinde ve kıpırdayamaz halde...

Şehirleştirilmiş, kapitalistleştirilmiş “büyük kent insanı” ile bunların taşradaki temsilcilerinin varlığı, “aş ve iş derdinde” olan insanımızı, bu üçlü kuşatmayı yarmaya kalkışacak olanlara karşı ellerindeki ‘enstürümanlarla” kolaylıkla yönlendirebilir ve böylece de altedebilir veya engelleyebilir...

ABD-İsrail ekibinin “planı” şu şartlar içinde tıkır tıkır işleyecek gibi gözüküyor.

Peki Türkiye bu kadar kolay havlu atabilir mi?..

Daha doğrusu, Türkiye siyasetinin -Devletteki- FAAL AKTÖRLERİ bu kadar kolay bu planı kabul edebilirler ve kendi darağaçlarını kurabilirler mi?..

Darağaçları ifadesi, “mecazi” olarak değildir; Mustafa Kemal’in de bir İttihatçı olduğunu düşünürsek, yukarıdan aşağıya örgütlenen Kemalist devrimin ilk günlerinde bu işi yapanların çoğunun İttihatçı olduğunu gözönüne getirip, daha sonradan kendine “yeni dostlar” (veya ezel ebed dostlar!) bulan Kemal’in bu İttihatçıları İzmir Suikasti’ni vesile göstererek astırmasını, suikastlerle alaşağı etmesini, sindirmesini veya “150’likler” ile kapı dışarı etmesini hatırlamak gerekir.

Türkiye şimdi bu “düzenlemeden” daha da büyük ve önemli bir RESTARASYON hatta bir manada da DEVRİME GİDERKEN, AKP Hükümetinin, ardındaki güçlere dayanarak bunları yapmaması mümkün mü?..

O halde, "devrimin, kansız ve sancısız olmayacağını” söylemek literatüre uygun konuşmak olur.

"Devrim"i gerçekleştirmeye çalışan ABD-İsrail ekibi, içeride AKP’yi destekliyor.

Bir "dış mihrak-destek” mutlaka mevcut yani..

ANALİZ; “İKİNCİ DIŞ MİHRAK”

Peki bu "devrime" karşı çıkanları, mesela şu “rahatsız olanları” kim destekliyor?..

Veya destekleyebilir?..

Açıkça yazmak gerekirse, “sadece mikrobluk olsun, pislik olsun!” diye desteklenecek bir ekib varsa eğer, o da işte bu “rahatsız” olanlardır.

Yani bir "dış mihrak” tarafından desteklenmeleri O KADAR ZOR!.

Üstelik, bunların “vakıflar” meselesi yüzünden ve çağı anlayamadıklarından ötürü söyledikleri sözler ile KAFA YAPILARI açısından bunlara kimsenin bir destek vereceğini söyleyemeyiz. Bunlar, ancak ve ancak desteklenecek “tali unsurlar” olarak düşünülebilir...

Yani bunların DEVİRLERİ KAPANDI VE BİTTİ GİTTİ; bu, bu kadar kesin, net!.

Peki bu devrime engel olmanın kendi faydasına olduğunu görebilecek ve faaliyette bulunabilecek dış destek neresi olabilir?..

Kuşkusuz ALMANYA.

Almanya da, yukarıda söylediğimiz sözleri tasdik edercesine (bugün) hamleler yapmaya başladı; “Kara Ses’in oğlu” diye buradaki “rahatsızlarca” mimlenen Metin Kaplan’ın iade işlemini reddeti. (Bu reddediş, isterse sonradan geriye alınsın, bu bir siyasetin, yönelimin göstergesidir.)

Bu, Alman dış politikasındaki bir “dönüşümün” öncüsü olarak görülebilir ve artık kendisine “mihrak” olarak nereyi aldığını da gösterebilir.

Şartların tahlili, neticenin de doğru olmasını ortaya çıkarır.

Şartların “objektif” tahlilinde, hissiyata veya garazkarane düşüncelere yer yoktur ve bunların katıldığı miktarda da doğru tahlil ve doğru neticeden uzaklaşılır.

Almanya, 1850’lerden itibaren bu coğrafya ile “ilgilenmeye” başlamıştır. Zorunlu intikalara uğrasa da bu “ilgi”, (bizde olmayan!) bir devlet politikası haline gelmiş ve her toparlanmadan sonra doludizgin devam etmiştir.

ABD’nin özellikle 2. Dünya Savaşı’ndan sonra sergilediği oyunların tümü Almanya’nın bulduğu, dünyaya armağan ettiği argümanlardan müteşekkildir. (Hatta ABD politikasının beyni olan Kissinger da bir Alman’dır; daha da ileri gidersek, şahinlerin tümü “eski Alman” (Polonya, Almanya’dır.) uyrukludur.)

Alman dehası, ABD’nin pragmatik zekasından daha “insaflıdır” ve daha “kitabi”dir, denilebilir.

Almanya da artık bu topraklar üzerinde Kemalizm gibi “dinazorluğun” işinin olmadığını görüyor.

"Milli Görüş”ü “Şeyhülislam”lık makamında kabul etmesi bir nevi “yedek akçe” hüviyetinde düşünülmelidir. ABD bile bu işleme çok sonra Fetullah Gülen’e el atarak başlamış ama onun fazla “uçuk” vaaz ve görüşleri sebebiyle halka inmede tıkanmıştır.

SONUÇ 1: SAHTE İSLAMİ DEVRİM GELİYOR

İşte AKP’nin “İSLAMCI DEMOKRAT” veya MUHAFAZAKAR DEMOKRAT” (bunun Batı literatüründeki karşılığı “hıristiyan demokrat”tır ve tabiatiyle “müslüman demokrat” ile eşdir.) olarak çıkışının ve desteklenmesinin arkasında da bu sebeb yeralmakta.

RT Erdoğan’ın “külhanbeyi” edaları, Anadolu insanının suyuna gitmektir; A. Gül’ün “efenime” tavırlariyle de bu dengelenmekte.

Analiz, bize bu ülkenin bundan sonraki devrinde "koyu laik" bir idarenin bulunamayacağını, 11 Eylül’den sonra ve özellikle Irak saldırısından sonra kesinlikle İSLAM REFERANSLI İDARENİN TESİS EDİLECE⁄İNİ ortaya koymaktadır.

Mesele veya sorun da burada...

Bu ülkeyi 150 veya 80 senedir ellerinde tutan zihniyet ve onların beynini bulandırdığı “yeni yetmeler”, buna razı olacaklar mıdır?

KİMSE “EVET” DİYEMEZ BUNA!.

Buna "evet" diyememenin bir sebebi de başlatılan (“başlatılan diyoruz, çünkü bu zaten İslamcılar arasında herdaim bilinen bir husus idi ama birileri “şimdi keşfettiler”!) SABATAYİSTLER tartışması ve Prof. Yalçın Küçük’ün “bizim mahallede” dolaşması...

SONUÇ 2: KEMALİZM İSLAMCILARLA İTTİFAK ARIYOR

Sabatayistlerin devlet kadamesindeki etkisi, basın ve iktisad, siyaset sahnesindeki etkisi bilinen bir gerçek. Tabiatiyla Prof. Yalçın Küçük bunları “deşifre” ediyorsa, bunların tesirlerini bilerek bu faaliyetini ortaya koyuyor ve bu sözlerine, faaliyetine kimlerin alkış tutacağını da kestiriyor olmalı...

Sözlerinin "boyalı basın”da bir yankı uyandırmayacağını biliyor; yankının nereden geleceğini biliyor.

O bildiği gibi, onu “yollayanlar” da biliyor.

Şimdi bu Profesör, 28 Şubatın “sivil mimarları”ndandır ve “alkışlamıştır”.

Ama "Şubat 2001’den itibaren 28 Şubatçılar tasfiye edildiler ordudan!” diyor ve başlıyor Sabatayist deşifresine...

İyi de bu 28 Şubatçıların ülkeyi içine soktukları “borç batağı”, “hortumlama” ve siyasi çıkmaz, hele ki bütün lider kadrosunun SABATAYİST olması ortadayken, bunu nasıl yapabiliyor?..

Sebebi, "objektif" değil, “subjektif teviller”...

Bütün bu tevillerin ardında yatan sebeb ise, SIKIŞMA...

Avamca söylersek, KEMALİSTLER, İSLAMCILARA İTTİFAK TEKLİF EDİYORLAR; SONRADAN KESMEK ÜZERE!..

Bu, hayatı, dünya ve ülke siyasetini iyi analiz edememenin bir neticesi ve TABİİ Kİ, kimseden de bir “el” uzatıldığını göremezler böyle giderlerse...

Yukarıda bahsettiğimiz “İttihatçı temizliği”nin yaklaşması ve böyle giderlerse, böyle ahmakça hareket ederek -avamca, “gaza gelerek”- bir “darbe”ye kalkışırlarsa ABD-İsrail ekibine bunları darağaçlarına kolaylıkla çekmelerinin vesilesini de vereceklerdir.

Kimse itiraz etmesin ama mevzu böyle neticelenecek gibi...

SONUÇ 3: DEVRİM, İSLAM BAYRA⁄INI KARŞISINDA GÖRECEKTİR

Buna Kemalist ahmaklar izin verseler de müslümanların izin vereceklerini sanmıyoruz.

ABD-İsrail ekibinin dizayn etmeye çalıştığı bir Türkiye, hem bu ülkeye hem bölgeye hem de Dine ihanet düzleminde planlanıyor.

Bu ülkeye ihanet; bütün zenginliklerinin (Maliye Bakanının ifadesiyle, “bütün büyük şirketleri, yabancılara satmayı planlıyoruz.”) yabancılara peşkeş çekilmesi, zenginin daha zengin fakirin ise umut peşinde koşturulması ve topraklarımızın dünyanın merkezi coğrafyasının denetlenmesi için “askeri üs” haline getirilmeye ve içerideki “gerçek müslüman unsurlara” karşı bu sahte demokrat müslümanların gözetiminde kıyım ve zindanın tercih şıkları olarak dikilmesi planlanıyor...

Bölgeye ihanet; yukarıda ülkemiz için söylenen herşeyin aynısının tüm bölge ülkeleri için planlanması sözkonusu...

Dine ihanet; bu gelecek "dinin" İslam’la bir alakası olmadığı apaçık ortada...

O halde, örgütlenmesi gereken direniş cephesinin, İSLAM BAYRA⁄I altında olması kesin...

Planlayıcılar, bu plana karşı çıkan dış mihrak’ın ana “aleti” ve planın üzerinde oynanacağı coğrafya ve insanlarının dini İSLAM olduğuna göre, bundan kuşku duyulmamalı...

(Siyonist amaçda "Tek Din"e geçiş için, bu ülkede muhakkak “İslam”ın olması ve onun da “yamultularak” sözü edilen amaça gidilmesi mevzubahstir ve artık son evredeyiz; bunu döndürmenin, yani İslam dışında bir ideolojinin iktidarını bayrak edinmenin mümkünatı yok.)

ABD-İsrail ekibinin planlarına karşı çıkanların bunu GÖRMELERİ gerekmektedir.

Bu noktada İslam’dan “huy kapmanın” da lüzümu yoktur.

Bin sene bu coğrafyada İslam hakim olmuştur ve bu toprakları gerektiği gibi muhafaza ve müdaafa etmiştir.

Yani bu ülkede eğer bir DİRENİŞ teşkilatlandırılacaksa, bunun LAİK OLMASI MÜMKÜN DE⁄İL VE KEMALİST OLMASI İSE ASLA VE KAT’A MÜMKÜN DE⁄İL!.

Bunu görenlerden birisidir Prof. Yalçın Küçük.

28 Şubatlarda söylediklerini şimdi unutmuştur ve hayırlı bir yapmıştır ama bu sefer de “İsmet Paşacılık” yapma hatasına düşmektedir.

Maddesi ve manasiyle sağır olan İsmet Paşa’nın Kemal’den de beter bir İslam düşmanı olduğu ve Kürümoğullarından bir Yahudi kanına sahib olduğunu unutmamak gerekir; onun devrini gören babalarımız, dedelerimiz hakkındaki düşüncelerini bizlere nakletmiştir ve Prof. Yalçın Küçük’ün 2. Dünya Harbi’ndeki konumu yüzünden onu “bağımsızlıkçı” olarak biryerlere yükselmesine lüzum yoktur.

ESAS NETİCE: CEPHE İHTİYACI

«- İnönü (Mustafa Kemal’e) yüzde yüz itaat üzere kendini kurmuş birisiydi. Mustafa Kemal’in düşünce sistemi dışına çıkmayı düşünmeyip zaten (bunu) düşünmedi. Mustafa Kemal öldükten sonra da hiçbir iş beceremedi. »

Bu sözler, yıllarını SİSTEMİN BEKASINA vermiş, TSK içinden çıkmış, kuvvetli analizler yapan ve “milliyetçi görünümlü” Ferruh Sezgin’e ait.

Ferruh Sezgin, Cumhuriyetin kuruluşunu “iyi tahlil” eden bir stratejist.

İstiklal Savaşı’nda hatta 1. Dünya Harbi’nde “memleketin gerçek evladı entellektüellerin yokedildiğini” söyleyip, Cumhuriyet’i kurarken üç grubun, Türkçü, İslamcı ve Sabataycıların “hakimiyet kavgası” verdiklerini söyleyip, MUSTAFA KEMAL’İN, “TÜRKİYEYİ İSLAMDAN UZAKLAŞIRIP, DİNSİZLEŞTİRİP YÜZDE YÜZ BATIYA ANGAJE ETMEYİ VE DOLAYISIYLA İLK HAÇLI SEFERİNDEN BERİ BİR TEHLİKE OLAN TÜRK-İSLAMI GELDİ⁄İ YERE YANİ ASYAYA GÖNDERECEK” BU SABATAYİST GURUBA DESTEK VERDİ⁄İNİ söylüyor.

Ferruh Sezgin, böyle gördüğü “Atatürkçülük” hakkında da bakın neler söylüyor:

«- BENİM DÜŞÜNCE SİSTEMİN İÇİNDE ATATÜRKÇÜLÜ⁄ÜN ÖZEL BİR YERİ YOK. Stalinizm, maoizim, leninizm gibi marksist ekoller nasılki marksizmin sonunu getirmişse aynı şekilde Türk-İslam sentezi, ülkücülük, atatürkçülük gibi milliyetçi ekoller de sonuç olarak Türk milliyetçiliğinin sonunu hazırlamak üzere iş görmektedir. Bu tür parçalanmalara karşı olduğum için GÖZÜMDE ATATÜRKÇÜLÜ⁄ÜN YERİ YOK. Atatürk de bir türk milliyetçisidir ve Türk milliyetçiliğine farklı bir yorum getirmiştir.»

Ferruh Sezgin’in yazılarını yayınladığı yer Türkçü çevreler; “Büyük Kurultay”da yazıları yayınlanıyor sıkça.

Net yazmak gerekirse, yukarıdaki sözler, Prof. Yalçın Küçük’ün yazdıklarından daha “sıcak”; daha “net”...

"Atatürk’ü, tarihin tozlu raflarına bırakılım!”

Bulunduğu çevre itibariyle bunu diyemese de şimdilik, son tahlilde geldiği nokta burası...

Çözümlemesi de güzel; "TÜRKİYEYİ MİLLİ MÜCADELEDEN BERİ HAİNLER YÖNETİYOR.”

Ferruh Sezgin’in bu sözleri "sıradan bir stratejist” olarak söylemediğini zannediyoruz. Bu sözlerinden sonra hakkında “asalım... keselim...” lafları çıkmadığına göre, “en duyarlı kurum”un “andıçları” yollanmadığına göre, “EN DUYARLI KURUM İÇİNDE DE YERİ VAR!”

Devam da ediyor Ferruh Sezgin; yukarıda söylediği sözlere TSK’nın ses çıkartmamasını şöyle yorumluyor:

«- TC’NİN KURULUŞUNDAN BUGÜNE BÜTÜN OLUP BİTENLERDE ROL OYNAYANLARIN YA DA SESSİZ KALANLARIN TUTUMUNA HAİNLİK DEMEKTEN DAHA UYGUN DÜŞEN BİR KELİME YOK GİBİ.»

Ferruh Sezgin (ve onun gibiler), belli bir şahsı “putlaştırmaktan” uzak insanlar; onların tek bir derdi var, VATANIN BA⁄IMSIZLI⁄I VE TÜRKÜN İSTİKLALİ.

"Türkün istiklali"...

Mülakatında söylediği (ve bizim buraya almadığımız) onca “ağır sözlerine” nazaran şunu söyleyebiliriz ki, “Türk”e bakışı da, “Türkçülüğe” bakışı da zannedersem, Ziya Gökalp ve Zwi Tekinalp’le başlayıp, Alevi ve Zwi dostu Alpaslan Türkeş’le devam edip, onun dahi “ajan... güvenilmez şahsiyet” dediği Devlet Bahçeli ile devam eden (şimdi de galiba, Avsamcı Darbeci çocuğu ile devam etme ihtimali mevcut.) “YOZKURTÇU” anlayıştan FARKLI...

İBDA MİMARI MİRZABEYO⁄LU’nun söylediği, “FİKRİMİZİN TECELLİ PLANI OLARAK SEÇTİ⁄İMİZ MEKAN İSMİ ANADOLUCULUKTUR!” ifadesi, Ferruh Sezgin’e ve onun gibilere ESASTA çok şeyler anlatmalı...

Ferruh Sezgin, bu sitede yayınlanan yazılarda çokça bahsedilen ve Üstad Necip Fazıl’ın “İdeolocya Örgüsü-Tarih Muhasebesi” kısmında izah ettiği “TÜRKÜN ANADOLUYA HAPSİ” meselesini de Lozan’a yönelik yaptığı analizde KABUL EDİYOR ve “Türk, sıkıştırılmıştır!” diyor.

Çok güzel!.

Ama sıkıştırılma meselesi, 80 senelik bir mesele ve bunu devamlı söyleyenler varken, “devletin ve milletin bölünmez bütünlüğü... son türk devletinin bekası...” gibi ifadelerle bunu “görmediniz” ve ŞİMDİ GÖRDÜNÜZ; çünkü “siz de” sıkıştırıldınız.

O halde soru şu:

NE YAPMALI?..

Bir "ideal", bir "sembol" ihtiyacı, YENİDEN MİLLİ MÜCADELE için elzem şart; bunu kimse inkar edemez...

Var mı Ferruh Sezgin de veya “rahatsız olanların” temsilcisi Prof. Yalçın Küçük’te?..

Yok!..

Sadece bir "slogan" mevcut ve o da "göz kırpma” ve Prof. Yalçın Küçük’ün söylediğidir:

«- BİZ BURAYI BİRLEŞİK DO⁄U DEVLETİ HALİNE GETİRECE⁄İZ .AVRUPA BİRLİGİ’NE, DİGERLERİNE KARŞI BU HÜLYANIN PEŞİNDEYİZ. »

Prof. Yalçın Küçük’e şöyle sormak gerekiyor:

NASIL?.. NEYLE?.. KİMLE?..

"Sarı Paşa” ile, “Sağır Paşa” ile mi?..

Bu halkın cevabının ne olacağı bellidir bu iki “SS Paşa”ya..

Ama...

Yaklaşıyorlar...

"Birleşik Doğu Devleti”, hülya içindeki ve ne yaptığını bilmeyen ve ardından da tepelenen İttihatçıların” serabı; üstelik bir “ideal” gibi yutturulan (Selanik Localırının tesiri) Türk’ü Asya’ya, geldiği yere “gönül rızası” ile kovmanın kılıfı!..

İSLAMÎ BİRLEŞİK B Ü Y Ü K DO⁄U DEVLETİ ise, ne yaptığını, niçin yaptığını ve kimlerle yapacağını bilenlerin, an kadar yakın hülyası...

Vatan mı?..

Vatanseverlik mi?..

"Türk" mü?..

"Kürt" mü?..

Hepsi, ANADOLUCULUK kıvamı içinde “eriyen” yerini bulan, haddini aşmayan ve ESAS DÜŞMANA karşı BAŞYÜCELİK DEVLETİ İDEALİ içinde KURŞUNLAŞAN unsurlar...

Önce Anadolu; Anadolu’nun kurtuluşu...

"Türk"ün ve "Kürd"ün kurtuluşu...

Sahte "Kürdistan" veya "Laik Türkistan" içinde değil; 80 senelik “tuzakları” görücü ve bunları YIKICI bir nizam içinde kurtuluşu...

Ardından da “Birleşik Doğu-İslam Devleti”

Sembol mü?..

Üç hilalli Gökbayrak!..

Sembol mü?..

Zalimlere, sömürgenlere, suikastçilere, heykel duruşuyla DİKİLEN “KÖRO⁄LU!..”

İşte Türkiye’nin kurtuluş formülü...

İşte “rahatsızlıkların” geçiriliş formülü...

Gerisi "cehennemin dibine"...


24 Mayıs 2003

(www.doststrateji.cjb.net'den iktibas)