Monday, April 28, 2008


"Teskilat" Üzerine

Dr. Latif Denizci

Teşkilat, bir firkin pratik hayata aktarilabilmesinin mühim bir faktörü; bunun üzerine birçok “teorik” kitap yazılmış, ama bizim burada bahsedeceğimiz “teşkilat”, yeni çıkmış bir kitap… Timaş Yayınları arasından Selman Kayabaşı isimli, tarih üzerine eğitim görmüş, meslek olarak gazeteciliğe geçmiş ve siyaset üzerine bir kaç “nehir ropörtaj” dedikleri tipde kitaplar ile yine siyasi mevzuu ile alakalı “roman” yazmış bir yazarın son çıkan kitabının ismidir “Teşkilat”… Yazarın daha evvel çıkan “Kafkas Ruleti” serisini de okumuştuk, bahsettiğimiz kitabı da alıp okuduk. Kitaplari, tıpkı “Metal Fırtına” serisi gibi düsünceleri “zorlayıcı” bir yan taşıyor…

Aslında yazar, normal bir makale içerisinde, belki defalarca yazacağı makaleler içerisinde anlatmaya çalışacağı ve anlatamayacağı hususları, farklı düşüncelerini, alternatif düşünceleri, roman kisvesi altinda, suikast, gizli servisler, gizli hesaplar ve elbette olmazsa olmaz “aşk” bahisleri içerisinde okuyucuya vermeye calışıyor; bu açıdan bakıldığında, tıpkı “Metal Fırtına” gibi aslında bir roman değil “Teşkilat”… (Edebi yönden incelemeye gerek yok zannımca, ne bu kitap, ne de yaygarası çok kopartılan “Metal Fırtına” isimli ve o seriden “roman”lar, roman olarak değerlendirilemez. Karakterler zayıf, iliskilerde kopukluklar mevcut, dili çok basit vs.)

Kitap neyi anlatiyor?.. Konusu şöyle birşey: Horasan Erenleri’nin kurduğu bir “teşkilat” var… Bu teşkilat, her zaman perde arkasında olsa da, Türk devletlerinin kurulmasını asıl sağlayan unsur; Kınık boyundan Selçuk’un devletmesi, o iç ve dış vakalar sebebiyle zayıflayınca, Kayı’dan Kara Osman Gazi’ye “yol verilmesi”, hep bu teşkilat sayesinde… Kitaba göre bu teşkilatın –o devir- sorumlusu, Osman Gazi’nin kayınpederi Edebali Hazretleri… Bu teşkilat hücre esprisiyle çalışıyor ve kimse diğer hücreleri ve üyelerini bilmiyor. Osmanlı’nin son döneminde bu lider Sultan Abdulhamid Han… Sultan, hall edildikten sonra hapsedildigi Beylerbeyi Sarayı’nda, memleketin halinden, yaptıklarından pişmanlık içerisinde bulunan Enver Paşa’ya, “Teşkilat”ı anlatıyor ve vazifelendiriyor. O da “Teşkilat-ı Mahsusa”nın kodamanlarını çağırıp durumu anlatıyor, tabii, Süleyman Askeri, Kuşçubaşı Eşref ve Mustafa Balkan için bu “şok edici” bir durum, hele ki “Teşkilat-ı Mahsusa”nın da bu “Teşkilat” ve Sultan tarafindan kurulduğunu öğrenince(1)… Sultan’dan aldıkları emir geregi, Libya, Filistin-Irak ve Kafkasya ile Hindistan-Afganistan bölgelerinde “Ingilizlere isyan” faaliyetini teşkilatlandırmaya başliyorlar; buralarda zaten “Teşkilat”ın irtibatli olduğu “unsurlar” mevcut ve onları sadece koordine etmek kalıyor. Sultan Abdulhamid’den sonra liderlik Vahiduddin Han’a geçiyor… Vaziyetin kritik bir hal aldığını gören Sultan, saltanatından da vazgeçebilecek bir durumda, çünkü “esas olan saltanat degil, devlet ebed müddetdir” ve karşı fikirleri olduğunu bildigi M. Kemal Paşa’yı hususen seçerek, gercek anılarda da anlatılan “bir masa, masanın üzerinde bir ahşap kutu ve bir kitap” figürlerinin refekatinde, “Paşa, Paşa, yaptığın hizmetler bu kitaba gecti, ama şimdi daha mühim bir hizmetin olacak” diyerek, Anadolu’daki “teşkilat”lanmayı ve “yeni devlet”i kurma vazifesini teslim ediyor. Karabekir Paşa da “Teşkilat”dan ve onun için M. Kemal’i her zaman koruma altında tutup destekliyor; malum Erzurum Kongresi’ne giremiyordu Kemal Paşa, Karabekir Paşa kendi yerini verip tarih sahnesine çıkmasına izin vermişti. Kısaca, Horasan Erenleri’nin kurdugu “devlet kuran Teşkilat”, Osmanlı Devleti’nden sonra “laik, sosyal bir cumhuriyet” olan TC’nin kurulmasına “yol vermis” kitaba gore (2)… Sonra… Roman zaman geçisleri ile dolu, bir eskide bir yenide… Şimdiki zamandaki kısmında Musul’da istihbaratçı bir türk “irtibat subayı” öldürülüyor. Ardından, 28 Şubat’da ordudan atılmış, Üsküdar-Beykoz arasında kendine “12 kişilik” bir grub kurmuş, belli gecelerde, Üsküdar-Eminönü vapurunun 22:00’de kalkanına binip yolculara fisebillah çay dağıtıp “marifetullah” sohbeti yapan, çevresinde çok sevilen (grubu da “dervişan” ama mafyöz) “Baba” öldürülüyor. Aynı anlarda “bölücü örgütün” içerisinde de bir hesaplaşma oluyor; hapiste olan liderle görüşen Avukat, “merkez kurul toplantısı”na katılıyor, “yeni direktifler” getirmiş, örgütün başındaki “vekil”, örgütün içerisinde ayrı bir grubun başını çekmeye calisan Şeyhmuz Baran’ı sıkıştırıyor ele geçirdiği bazı belgelerle (belgeler, “Federe Kurd Devleti”nden geliyor ve Baran’ı tebrik edip çalışmalarına devam etmesi isteniyor.) onu hainlikle itham ediyor; Avukatın getirdiği “yeni direktifler” de bu minvalde, “örgütde hainlik yapana acımamak gerektiği” üzerine ve normal olarak Baran’ın “infaz” edilmesi gerekirken, tam tersi oluyor ve bizzat Avukat, “vekil lideri” vurarak “ihanete ortak” olduğunu gösterip, örgütde iç darbeyi hayata geçiriyor; darbe öncesinde “bölücü örgüt”, “Teşkilat” ile işbirliğine girmek hususunda anlaşmıştı. Yani bir “operasyon” ile üç kişi aynı anda ortadan kaldırılıyor.

Senaryo işte bunun üzerine kuruluyor. İsmini kimsenin bilmedigi ama tesiri gücünde bir “devlet teşkilatı”nın başında olan Sungur Fırat, bu cinayetlerın peşine düşüyor. İşin içine Genelkurmay İkinci Başkanı, MİT Başkanı, JİTEM Başkanı, “gül yüzlü dişişleri bakanı”, “zayıf, panikleyen Başbakan” (3) gibi figürlerde giriyor. Bir “asker emeklisi” ve “gizli ve batini-heretik örgütler” üzerinde uzman bir Profesör(4) de devreye giriyor. Sungur Fırat bu arada, Musul’da öldürülen subayın evine başsağlığı ziyaretine gittiğinde bir şekilde “Teşkilat”in izini buluyor ve takibe başlıyor; ama bu teşkilatın “Usame bin Ladin gibi şerıatcıların” uzantısı ve subayın da onların TSK içindeki ajanı olduğu gibi yanlış bir yöne sapıyor. Bu arada öğreniyoruz ki Sungur Fırat, kitabın ismi olan “Teşkilat”ın Kafkasya kısmında görevli ama o bu teşkilatın o teşkilat olduğunu bilmiyor; bildiği, kendi teşkilatının çok eski devirlerden gelen bir evveliyati olduğu sadece.. Şu oluyor bu oluyor ve netice de “Horasan Erenleri”nin “devlet kuran Teşkilatı”na “gül yüzlü dışişleri bakanı”nın, Genelkurmay Ikinci Başkanı’nin, JİTEM Başkanının (niye GK İkinci Başkanı üye de GKBaşkanı değil, diye soramayız, cünkü bu bir “roman” ve yazar kurguda hür.) üye olduğu ortaya cıkıyor ve bir imtihandan sonra Sungur Fırat bu Teşkilat’ın –şubelerinden birinin değil- Lideri oluyor… Bundan sonraki hedef, MİT Başkanı, bazı profesorler, bazı basın organları ve bazı etkili askerlerın kurduğu tuzağı yokedip “yeni devleti kurmak…”

Kitap, kaba bir özetiyle böyle… “Düşünceleri zorlayıcı bir kitap”, demiştik…

TC isimli “laik” devletin, Sultan Vahidüddin’in emriyle M. Kemal Paşa tarafindan ve “Horasan Erenleri”nın kurduğu “Teşkilat” eliyle kurulduğunun “romanlaştırılması”…

Enver Paşa’nın ve Teşkilat-ı Mahsusa’nın en faal elemanlarının Sultan Abdulhamid Hanı devirip, sonra pişman olmaları ve onun direktifi ile “İslam topraklarında İngiliz emperyalizmine karşı isyan ve ihtilal faaliyetlerine” başlamalarının “romanlaştırılması”…

Bu “Teşkilat”ın, her zaman devlet icinde bulunduğu (5), gerekli mudahaleleri yaptığı, sivil-asker az ama tesirli uyelerinin bulunduğunun “romanlaştırılması”…

Devletin, “bölücü örgüt” ile anlaşıp, “sınır ötesindeki Kürt devletine” müdahalede bulunacağının “romanlaştırılması”…

“Hilafet”in bir şekilde tekrar ilanının “romanlaştırılması”…

Evet, bütün bunlar, “zorlayıcı düsünceler”; ama roman içindeki en önemli ifade, siyah taşların(“düsman tarafı”) satranç tahtasına beyaz taşlara nisbetle daha avantajlı yerleştirilmesi ve beyaz’ın yapacağı her hamlenin ya kendi Şah’ını açıkta bırakması veya iki hamle ardından Mat konumuna gelmesinin sözkonusu olduğu oyunda söylenen, “her hamlemiz bize iade ediliyor ve ölümümüzü işkenceli kılıyor. OYUNU TEKRAR KURMAKTAN BAŞKA YOL YOK!” sözü…

Muvakkaten kurulduğu “Teşkilat” kitabında da bahsedilen TC’nin geri dönüşü olmayan bir yola girdiği KESIN… Tıpkı bahsettiğimiz satranç oyunundaki gibi “her hamlesi ölümünü daha da işkenceli kılıyor”, elbette bu, daha fazla can, daha fazla mal, daha fazla enerji, daha fazla milli haysiyet kaybı manasına geliyor.(6) Kitapda bahsedilen “Teşkilat” var mıdır yok mudur, bilmiyoruz, ama tek bildiğimiz, şu dergi sütunlarında 10 senedir söylenenlerin “romanlaştırılmış” halinin –gerekli bazı fırça darbeleri ile birlikte- sevimli olduğudur.

Bu oyunu yeniden kurmak gerekiyor. Ama nasıl?!

Vezir, İBDA’dır, Şah ise mirasçısı olduğumuz Osmanlı ve İslam.. Bu iki taş yerine konulacak her taş, “ölümün daha uzun ve ıstıraplı olmasına” yarayacaktır, bu anlaşılmalı; “ideolojisiz” kalmış bir Devlet’dir TC, eğer bunun içinde bir “teşkilat” varsa, bunu anlamalılar; ideolojisiz kalan ise, “piyon”dur, basına çuval geçiren ile “ortaklık” yapmaktır, ideolojisi olmadan, halkını “yürütemezsin”, halkından destek alamazsın, onlara UMUT-HAYAL AŞILAYAMAZSIN, bunu yapamadığında da kendi oyununu değil, başkasının kurduğu ve oynaman için de zorlandığın oyuna dahil olursun, kendi ilmiğini boynuna kendin geçirirsin, bu anlaşılmalı ve Büyük Ortadoğu Projesi’ne karşı, “yerli”, tezatsız BÜYÜK DOĞU-İBDA PROJESİ’nden başka yol yok… Kabul et, tatbik edecegini ilan et, bütün ortadoğu, mağribden maşrıka, Kafkasyadan, Afganistana, Hinduçinine kadar her yer TİTRESİN ve siyah Şah ve Vezir bütün orduları ile tek hamlede nasıl tahta dışına çıkıyormus dünya görsün!

Anlamak isteyene, yol ve adres belli, çayımız herdaim mevcut…

Notlar:

1- Kitapda dikkat çekilecek bir çok husus var ki, onlardan biri de bu… “Teşkilat”ın Sultan Hamid’in liderliğine verilmesi bir “dikkat” getirirken, Enver Paşa’nın “pişmanlık içerisinde” bulunması ve görüşme akabinde yaptığı bütün faaliyetleri Sultan’a nisbet etmek başka bir “dikkat”i, Süleyman Askeri gibi gençi yaşında “gerillacılıkta” ustalaşmış ama Şam taraflarında aldığı bir askeri yenilgi ile tek kurşun ile beynini dağıtarak intihar etmiş ve Sultan Hamid’i IT Fırkası hesabına hall etmekde büyük gayreti olan birini ve Kuşçubaşı Eşref’i, kardeşi Cumhuriyetin ilk yıllarında Mustafa Kemal’e suikast yapacak diye öldürülen ve Teşkilat-ı Mahsusa lideri olan Kuşçubaşını, “devlet ebed müddet” fikrine yanaştırıp, “tamam, madem öyle, sorun yok!” diyerek Sultan’ın isteği doğrultusunda faliyete sokması bir başka “dikkat”i daha hakediyor… Kitap esasında böyle ara anlatımlarla “tarihle barıştırma; tarihi kişilikleri aynı çatı altında eritme” gibi ve “haa! tamam madem öyle, o zaman sorun yok,” gibi “basit”liğin içerisinde. (Cemal Paşa’yı Sultan Hamid’e cağırtırıp “sen de git Arabistan-Suriye İmparatorluğunu kur!” dememesi kalmis eksik olarak!!!)

2- Karşıt fikirleri olduğu bilinen diye de geçiyor MK… Sultan Hamid İT Fırkasının silahşörlerini kullanırken, onun vefatından sonra lider olan Vahiduddin Haniın, İT Fırkası’nın düşmanı ve gerçekte Birinci Dünya Harbi’nin ateskes ile bitirilmesi taraftarı olan, hiçbir zaman aklında Anadoluya geçip de milleti teşkilatlandırıyım gibi bir düşünce geçmeyen, İstanbul’da işgal kuvvetleri ile görüşüp duran MK’yi seçmesi, “tarihi kişilikleri barıştırmak” duygusundan başka birşey olmasa gerek… Evet, Vahiduddin Han, bir vazife vermistir, o vazife kısmen başarılmıştır ama tamanen ikmal edilmemiştir. İlk Meclis’in açılışında edilen dualar ve yayınlanan beyannamelerden de anlaşılacağı üzere Saltanat ve Hilafet devam edecekti, hiç de kitapda anlatıldığı gibi “git kafana göre bir devlet kur, cünkü zaman saltanat-hilafet zamanı değil, devlet ebed muddet zamanıdır” dememiştir. Tam aksine yurt dışına çıkmak zorunda kaldıktan sonra, Şeyhülİslam Mustafa Sabri Efendi tarafından kaleme alınan beyanında ifade edildiği gibi “gasb” hadisesi vardır demiş, gerçekleri söylemiş ve iste o noktadan sonra “susmuş” ve “olacak olanda hayr vardır” demiştir. Ama tabii kitap bir “roman”, herşeyi söyleyebilir.

3- Roman da olsa halihazıra uygun; RTE gerçekten de zayıf bir karakter, Gül ise, sinirlense bile bunu yansıtmayan biri… Ve kitapda “gül yüzlü dışişleri bakanı” anlayışı açık, pratik zeka biri olarak gösterilirken, Başbakan tam tersi… İki – ama ESKİ- Büyük Doğu’nun suyunu içmiş olan arasında da bir tecih yapılıyor… Roman tabii..

4- Biz böyle bir profesör tanıyoruz… Şizofrenik, kendini bildibileli “cuntacı”, ama her başarısızlıkta, cuntanın diğer elemanları acılar çekerken hiç acı çekmeyen, her zaman provakatif, her zaman ajitatif, her zaman kibirli, “28 Şubat’ın ilham kaynağıyım” diyebilecek kadar halk düşmanı, “PKK’yi dönüştürecektim” diyecek kadar “siyasi kumpascı”, guya Amerikan ve İsrail düşmanı, vatansever, herkesi İbrani yapma heveslisi biri… Kitapda bu profesör düşman-siyah satranc taşlarının Vezir’i olarak gösteriliyor. Dogan Avcıoğlu gibi “cunta başılık” yapma hevesinde olan biri, bu açıdan “Vezir” olarak görülebilirse de, esas da her işi elini yüzüne bulaştırması sebebiyle satrançda –züccaciye dükkanına dalmış- Fil olarak veya 9 Martçıların, ABD karşıtı olsun da ne olursa olsun diyerek SSCB’den aldıkları zimni desteğe göre Piyon olarak gösterilse daha iyi olurdu… Ama tabii bu bir “roman”, istedigi gibi oynayabilir yazar.

5- Acaba böyle mi… Bilemeyiz… Lakin, Osmanlı Hanedanı ve Hilafete bağlı kadroların, bir gecede saf değiştirip, beyinlerini-hafızalarını sildirdiklerine inanamayız. Peki nereye gittiler?! Bunun için de ayrı bir roman yazmak mı gerekir acaba?! Tarih boyunca yapılmış bütün ihtilallerde-inkılablarda, mevcut eski kadro şu veya bu şekilde ve şu veya bu zamana kadar, yani ihtilalin yetiştirdiği kadrolar işi oğrenene kadar yerlerini korumuş, vazifelerine “yeni nizam”da devam etmişlerdir. Rus ihtilali, Fransız ihtilali, İran ihtilali böyledir; Osmanlıdan sonra kurulan TC de bundan ayrı değildir. Sonra kurulacak olan da bundan ayrı olarak düsünülemez.

6- Daha fazla can, daha fazla milli haysiyet kaybı… Oyunu karşısındakinin dayattığı ile kabul eden, herşeye hazır olmalıdır veya kendisi oyunu kurmalıdır. Yüksekova saldırısından sonra, GK Başkanı Büyükanıt’ın “kitlesel destek” talebi ile “şehit törenleri” kin ve nefret çığlıklarının atıldığı nefret törenlerine dönüştürülmüştü. Bu esnada Yüksekova’daki saldırının bütün suçu da “irtibatı kopan 8 askere” havale edilmis ve böylece Askeri Komuta Heyeti’nin SAVAŞ KABİLİYETİNİN sorgulanması engellenmeye çalışılmıştır. Ama ne olduysa, “şehit törenleri” birdenbire yasaklandı! Zannımızca hesaplarına uymayan davranış ve sloganlar bunun sebebi… Bir milletin en büyük haysiyeti, Ordu’sudur, hele ki Turk milleti icin… Şavas kabiliyeti “simulasyonla uçurdukları bina miktarınca” olan bir heyetin elindeki Ordu, hem gerilla ile olan savaşta ağır darbe alıyor hem de bu şekil yaptığı destek çağrılarından sonra yaptığı çarklarla! Olan ise, malum TSK üzerinden başına çuvala geçirilmiş bulunan millet ve haysiyetine oluyor! Oyun gibi, oyunun herbir “taş”ının da yeniden kurulması gerekiyor.

Not:
*DS yazari Dr. Latif Denizci tarafindan 27 Aralik 2007 tarihinde kaleme alinip, Furkan Dergisi’nin Ocak ayi nushasi icin tasarlanan yazi, derginin baska konulara yogunlasmasi sebebiyle bir turlu nesredilme imkani bulamamistir. Aradan gecen zamanla bizim de unuttugumuz bu yaziyi, tesadufen bulduk; burada yayinliyoruz. DoguStrateji Merkezi@

Geçilmis Boğaz'ın Hesabı

ve Kanonenfuttern


Mustafa SAKA



Hezeyan (Arb): "Şuur zıplaması"!

1- «Hakikati “Mustafa Kemal sağ olsaydı...” kalıbıyla söyleyemeyeceğini zannedenler beter yanıldı.»

Büyük Doğu – İbda’nın “Keramet çapında”ki tarih muhasebesi “beter bir yanılgı” imiş meğer; yani Necip Fazıl ve Salih Mirzabeyoğlu beter yanılmışlar!

Alçak!

2- «Sağ olsaydı; Mehmetçiğin mücahit aslını unutan inkârcı münafıklar tutunamazlardı.»

Emsâlsiz zıpzıp!

“Türkiye şeyhler, dervişler, müritler ülkesi olmayacaktır” diyerek evlerden Kur’an-ı Kerimleri bile toplatan, “Allah” demeyi bile yasaklayan M. Kemal değilmiş meğer!

Bu nasıl zıplama Yâ Rabbî!

Kemal’in askerleri evimizi basar da, Allah Kelâmı’nı alıp çiğnerler korkusuyla, toprağa gömülmüş Kur’ân-ı Kerîm’ler. Üzerine de taş duvar örülmüş, ki ayak basılmasın bilmeden. Duruyor hâlâ o duvarlar Anadolu’da! Gidin TV kameraları ile, Kanaltürk’te veya Ulusal Kanal’da canlı yayından vermek şartıyla yıkın o duvarları, yüceltin hadi Allah Kelâmı’nı!

3- «Bunların olduğu yerde de vatan mücahidi Mustafa Kemal olmazdı; direnişçi terörist olduğu gerekçesiyle görevinden alınıp, Guantanamo Toplama Kampı’na hapsedilirdi. Batının bir eyaleti olmayı reddedenlerin kapatıldığı zindanlara...»

Yuh!

Ne “vatan mücahidi” ulan?!

O “vatan bilmemnesi” değil miydi, Çanakkale’den artakalan (bakiyyetüssüyûf) mücahidleri de sürüp süründüren, asıp kesen?!

4- «Sağ olsaydı; tahterevalli demokrasisi denilen sömürge tipi demokrasi tiyatrosu perde açamaz;»

A emsâlsiz zıpzıp!

“Tiyatro perdesi açılacaaak; aaaçç!” denildiğinde Batı’dan; o kurdurmadı mı SCF’nı?! Baktı ki tiyatrodan anlamıyor müslüman Anadolu, kakaya döndürüyor işi; o kapatmadı mı yine SCF’nı?!

5- «(Sağ olsaydı) Türk Ordusu terör örgütü Nato üyesi olmaz; işgal-terör üsleri kurulamazdı.»

Ah emsâlsiz zıpzıp!

“Kurtuluş savaşı ile kurtardıklarımız / birlik oldu birlikte savaştıklarımızla / -bedeli ihanet oldu kanımızın- / kara bir bulut gibi / kapkara düşünceyle / -kiralık düşünceleri ile- / "giydiler çıkardıkları çizmeleri" / emperyalistlerin. / -efendi olma hevesiyle / silahları bize döndü-” dediği kim Mütefekkir’in?!

6- «(Sağ olsaydı) Filistinlileri yerlerinden eden siyonizm, Musa Peygamber’in samimi bağlılarını rehin alamaz;»

Emsâlsiz kere emsâlsiz zıpzıp!

O çıfıta kurdurulan Cumhuriyet üzerinden kurulmadı mı İsrail?!

7- «(Sağ olsaydı) düşman Irak’a Afganistan’a saldıramaz; genç kuşakların ruhları, Türklerle Arapların güç birliği yapmasını engelleyen, Anglo- Pers-Siyonist kaynaklı “Pis Arap!” edebiyatıyla sakatlanmazdı.»

Aç 38 öncesi Cumhuriyet gazetelerini, bak bakalım kimmiş Necib Arab’a “pis” diyen, ey “emsâlsiz” zıpzıp!

8- «Geri dönseydi, “Az daha beni de kendilerine benzeteceklerdi... Bunların benzerlerini adam kıtlığında adam diye alıp çevremize doldurmuştuk. ‘Ondan koparsak mahvoluruz’ diye daha o zamanlar işaret ettiğim şey, doğu maneviyatı, Islâm’dı... Uyuzhanelere dönüşüp, kendi kendilerini iptal eden mekanların uyuşukları için söylediklerimi zaman ve mekandan kopararak eğip bükenler, benden sonra o ikazımı da ‘batıdan koparsak mahvoluruz’ diye tahrif ettiler. Serseriler!... Bizim meselemiz, sahteliğin bir başka temsilcisi kaba softalıkla, ham yobazlıklaydı. Hem onlar, hem çevremi dolduranlar yüzünden kurunun yanında yaş da yandı” (derdi).»

İskilipli Atıf ve Maşallah Hocalardan biri kuru biri yaş imiş meğer!

“Mevzubahis olan vatansa, din ve iman dahî teferruattır” ya bu alçağa göre; biri kaba softa-ham yobaz, biri kurunun yanında yaş imişler; n’olmuş yani, ikisi de asılıvermişler!

Vallahi ne soldan ne sağdan, kimse zıplayamadı bu kadar, bugüne kadar!

“Emsalsiz” zıpzıp!

9- «(Sağ olsaydı) “Maneviyattan neyi, hangi inanışı anladığımı doğru olarak sadece benden öğrenmek isteyenler; orada savaşmış bir asker olmaktan şeref duyduğum Çanakkale Muharebeleri’ni kazanmamızı hangi ruha borçlu olduğumuzu açık yüreklilikle anlattığım konuşmalarımı okusunlar” (derdi).»

Hadi okuyalım: “Ben size taarruzu değil, ölmeyi emrediyorum dedim; hepsi, Allah! Allah! diyerek öldüler!”

- Kimdi bu ölenler?

Bir milletin istikbâli!

- Nerelerden gelmişlerdi?

Memâlik-i Osmânî’nin her yerinden; hatta taa Hind’den, Yemen’den...

- Hindli, Yemenli ne için ölüyordu Çanakkale’de?

Dini ve vatanı için!

- Hind ve Yemen nere, Çanakkale nere; vatan mıydı Çanakkale Hindliye, Yemenliye?

Evet vatandı! Çünkü Hind ve Yemen de düşerdi, düşerse İstanbul!

- Hindli ve Yemenliye, “ben size taarruzu değil ölmeyi emrediyorum” diyen M. Kemal için neresiydi Vatan?

Selânik bile vatan değildi ona!

Mustafa Kemal Paşa, 20 Eylül 1917’de Enver’e gönderdiği bir özel mektupta, Türk politikasının artık “savunucu” olması gerektiğini yazmıştı. Türk askerinin hayatının mümkün olduğu kadar korunmasını, yabancı bir ülkenin çıkarı için bir tek Türk askerinin feda edilmemesi gerektiğini söylüyordu…

- Hangileriydi bu yabancı ülkeler?

Hind, Yemen, Irak, Musul, Kerkük, Suriye, Filistin, Batı Trakya... Hatta Edirne, Van, Diyarbakır, Bitlis, Muş...

- Gerçekten mi?!

Vallahi gerçek! 1907 de 3. Ordu'da, yüzbaşı rütbesi ile görev yaparken, arkadaşlarına "Türk milletinin stratejik bir geri çekilişe girmesi ve kendisine yeni sınırlar belirlemesi gerektiği" konusunda şu açıklamayı yapmıştı: “Osmanlı, Balkan uluslarına bağımsızlıklarını vermelidir. Keza, Türklükten kopan Arap unsurlara bağımsızlıklarını vermelidir.”

- Bu kadarına da inanmam!

İnanmazsan, Doç. Dr. Ümit Özdağ’ın, “Atatürk'ün Dış Politikasının Mantığı” isimli kitabına bak!

- Peki yazınızın başlığındaki, “Kanonenfuttern!” ne demek?

250 bin gencimizin telef olduğu Çanakkale, içinde M. Kemal olduğu için destan sayılıyor. 90 bin askerimizin telef olduğu Sarıkamış, içinde M. Kemal olmadığı için hezimet sayılıyor.

“Yüzüne karşı yapmış olsaydı, yukarıdaki vatanı parçalama teklifini, o dakkada kurşuna dizdirirdi Kemal’i, Enver.” diyenler doğru söylüyor; Enver’in bu kadar üstünlüğü vardır Kemal’e!

Yazımızın başlığına gelince: Sarıkamış’ta ve Çanakkale’de hiç tereddütsüz Allah ve vatan için can veren yiğitlerin aziz hatıralarını Kıyâmet’e kadar diri tutmak ve “bize de geçsin hâllleri” diye, onlardaki o hasbî fedâ ruhunu dilemek durumundayız!

Ancak!

Asla unutmamak lâzım ki, onların aziz hatıraları çiğnenerek geçildi Çanakkale!

“Kurtuluş savaşı ile kurtardıklarımız / birlik oldu birlikte savaştıklarımızla / -bedeli ihanet oldu kanımızın- / kara bir bulut gibi / kapkara düşünceyle / -kiralık düşünceleri ile- / "giydiler çıkardıkları çizmeleri" / emperyalistlerin. / -efendi olma hevesiyle / silahları bize döndü-” (S. Mirzabeyoğlu, Aydınlık Savaşçıları)

“Top hakkı; Kurbanlık kıtalar” demek Almanca’da, “Kanonenfutter”. Galiçya’da telef edilen dedelerimiz için söylüyordu bu tabiri Avusturyalı komutanlar. Tam Türkçesi “keklik” demektir. Liman von Sanders ile Mustafa Kemal de tam olarak böyle düşünüyordu, Çanakkale’de can veren Mücâhid Mehmetçik için!

Hülasa, “Çanakkale Geçilmez” edebiyatına değil, geçilmiş Boğaz’ın hesabını görmeye memuruz; o “Kurbanlık Kıtalar”ın hesabı sorulacak sonraki her nesilden ve bizden!

28 Nisan 2008 Pazartesi

Thursday, April 24, 2008

Mustafa Kemal Olgusu

Mustafa Saka


Kürt meselesine “terör” ve “teröristbaşı” yaftası takmadığımız yani resmî zâviyeden bakmadığımız biliniyor.

Idam sehpalarından, sürgünlerden, ihânetin her türlüsünden,zindanlardan, işkencelerden, tecâvüzlerden, katliamlardan,fâili meçhullerden, yakılan köylerden ve dipçik zoruyla bok yedirildiği köy meydanlarından geçerek geldi; uzun soluklu bir direniş sergiledi Kürt halkı.

Bu süreçte, sözde Türk-Islâmcı hareketleri çok kötü bir sınav verdiler.

Meydanlarda, “Zalimi alkışlamam, zulme rıza gösteremem” diyerek prim yapan, oy toplayan, iktidar olan, şöhret olan sözde “Asım’ın Nesli”; Akif’in, “Arnavutluk da ne demek, var mı ki

Şeriat’te yeri?!” mısrâını, “Türkiye de ne demek?!” diye okumaya hiç cesaret edemedi; “Başyücelik Devleti” teklifini anlayamadı

Bir kısmı da, kavmiyetçiliği inkâr edeceğiz derken kavim gerçeğini inkâra vardı...

Mazlumun yanlışını aramaktan, zâlimin zulmünü görmeye imkân bulamadılar.

Kürt halkının ırkçı(1), sosyalist(2), terörist(3), bebek katili(4) ve dış güçlerin maşası(5) bir hareketin peşinden gidiyor oluşuyla akladılar karanlık vicdanlarını.

Şu ithamlara bir bakalım...

1- “Kim bir zulme, zulmü yapan kendi kavminden olduğu için sessiz kalırsa, ırkçıdır.” Imâm-ı Gazâlî Hazretleri böyle naklediyor “ölçü”yü Ihyâ’da.

2- PKK sosyalist filân değildir. (Dikkat edilirse, bu tesbitimiz PKK için bir eleştiridir.)

3- Silâhlı gücü olan her oluşum terör organizasyonu değildir.

4- Işkence altında iken, bir de “Bebek katili için ne diyorsun?” sorusuna muhatap olan Mütefekkir, Türkiye’de her yıl, on binlerce bebeğin sırf yetersiz beslenmeden dolayı öldüğünü söylüyor ve soruyordu: “Bebek katili kim?”

5- Dış güçlerin PKK’ya olan ilgi ve alâkası malûm. Lâkin, PKK’nın, bir halkı dış güçlerin desteğiyle ayağa kaldırdığı söylenebilir mi? Kürt ayağa kalktığı gibi, artık düğmesini de iliklemeye çalışıyor.

“Düğme iliklemek” benzetmesini, “rûhiyatçı” Ayhan Songar’dan aldım: “Beyin hakkında artık çok şey biliyoruz. Beynin ilgili noktasını uyararak adamın kolunu kaldırmasını sağlayabiliyoruz. Fakat bir adama beyin kontrolüyle ceketinin düğmesini ilikletebilmek için belki bin yıl daha gerekecek.” Diyor Songar. (Ayhan Songar’ın, Üstad Necip Fazıl’ın yanına “görevli” olarak gelip gittiğini, Üstad’ın aile dostu Denizlili Ekrem Amca, bizzat Üstad’ın ağzından duymuş ve bize söylemişti yıllar önce. Üstad’ın meşhur gölge fotoğrafı... Songar’ın objektifinden... “Ruhumun fotoğrafını çeken Songar” derken bir imada mı bulunuyordu Üstad? Vefâtından yıllar sonra, “can dostu”na, “mânevî mîrasçısı”na, “Beşer zekâsının sekreteri”ne, “72 milletin en önemli beyni”ne yapılacak olan Telegram?! Tutmayan Telegram...)

...

Telegram: Kimliksizleştirme, kişiliksizleştirme, angutlaştırma, mankurtlaştırma...

80 yıldır, Anadolu kıtası çapında uygulanan “Telegram”ın adı “Kemalizm”dir...

Mütefekkir’in ifâdesiyle: Beyinleri iğdiş etme ameliyesi...

Son günlerde bir “kimlik” tartışmasıdır gidiyor...

Tartışma, “topless” kavramlarla başlamış olsa da, bir kimlik ihtiyâcının, bir arayışın ifadecisi olması hasebiyle çok önemsiyoruz.

Bu tartışmanın sonunda yırtılıp atılacak olan, insanımızın altına ve üstüne bir esvap değil, bir deli gömleği olan Kemalizm’dir.

Evet, Kürt, kimlik istiyor; "Kürt" kimliğinin tanınmasını istiyor!

Kürt, PKK gerillalarını “Kuvvâ-i Kürdiye” olarak görüyor ve “Öcalan siyâsî irâdemdir” diyor.

Peki Sayın Öcalan ne diyor?

Dokuz yıl önce şöyle diyordu: “Kemalizm' in etkisinden kurtularak, bu soruna sonuna kadar doğru yaklaşım göstereceğiz”. (A. Öcalan, Akt. Mahir Sayın, Erkeği Öldürmek, s: 72, Nisan 1997)

“Bu, (Kemalizm) bir kara cehennem rejimidir yani. Türkiye'nin bazı Kemalist aydınları vardır. 'Şöyle rönesanstır' derler. Peki bu ne yani, bu hangi kara rejimde bu düzeye gelmiştir. Örneği yoktur ve en sivri uçtur. Hatta faşizmin babalığına soyunması da bu nedenledir bence. Faşizmin ilk (kapitalist faşizmin tabii) nüvesi burada gizli, Kemalizm'de gizlidir. Hitler'in Mussolini'nin Mustafa Kemal'e bizim öğretmenimizdir demesi, boşuna değildir. Onun yaşadığı koşullar onu 1920'lerde dünya çapında faşizmin babası yapmıştır.” (A. Öcalan, Akt. Mahir Sayın, Erkeği Öldürmek, s: 112, Nisan 1997)

İmralı sürecinde, tam tersi bir söylem geliştirdi Öcalan.

Bu tutum değişikliğiyle ilgili olarak, 30.11.2005 tarihli görüşmede avukatları eleştirileri aktarıyor Öcalan’a:

- Mustafa Kemal’e ilişkin olarak yaptığınız değerlendirmeler için “Kemalizm şerbet yapılıp bir Kürt tarafından Kürtlere içirtildi” diyenler var.

- Benim Kemalist olduğumu iddia edenler, kendileri 1930’lu 40’lı yılların Hitler ve Musollini anlayışını temsil edenlerdir. Kapitalist milliyetçi çizgiyi dayatanlardır ya da Stalin’in dar sınıf anlayışını temsil edenlerdir. Mustafa Kemal bir olgudur. Mustafa Kemal’i çözmeden Türkiye’de hiçbir sorunu çözemeyiz. Mustafa Kemal’in 1920’lerde emperyalizme karşı vermiş olduğu mücadeleyi kendi etnik kimliğinden bağımsız olarak değerlendiriyorum. Dünya halklarına örnek bir mücadeleydi. Deniz Baykal, Mustafa Kemal’i anlamadığı ve doğru yorumlamadığı için CHP erimektedir. Baykal’ın ana muhalefet olarak çözüme katkı sunması gerekirken bu tutumu ile çözüme engel olmaktadır. Mustafa Kemal’in 1920’li yıllarda oynadığı rolü 2000’li yıllarda oynayacak bir “Kürt” Mustafa Kemal’e ihtiyaç vardır. (http://www.rojame.com)

Evet, “Mustafa Kemal bir olgudur. Mustafa Kemal’i çözmeden Türkiye’de hiçbir sorunu çözemeyiz.”

Türkiye’de, sözde müslüman aydınlara ve Türk Solu’na nazaran, Mustafa Kemal olgusunu çok iyi çözümlemiştir Sayın Öcalan.

Komplo sürecinden önceki “çözümlemeler”inde ve bilhassa “Erkeği Öldürmek” kitabında bunu görüyoruz.

Imralı sürecindeki “Kemalist” tutumuna elbette hiç katılmıyorum; ama ben bu tutumunu da, Öcalan’ın “Mustafa Kemal olgusu”nu çok iyi çözmüş olmasıyla açıklayabilir miyim diye düşünüyorum.

Nedir Mustafa Kemal olgusu?

Hiçbir ideolojik omurgan olmayacak.

Her şekle girebilecek kadar amorf olacaksın.

Her platformda ve insicam takibini imkânsız kılacak kadar farklı konuşacaksın.

Herkesle dans edebileceksin.

Bir araya gelmesi dünyada mümkün olmayacak kavramları bir cümlede kullanabileceksin.

Padişahımız Efendimiz, Halife-i Rû-i Zemin ve Şeriat-ı Garrâ diye yola çıkıp; Lâik Türkiye Cumhuriyeti’ni kurabileceksin.

Bağımsız Kürdistan diye yola çıkıp, demokratik konfedaralizm, Birleşik Ortadoğu, Mezopotamya, Misak-ı Millî, Türkiyelilik, Türkiye Cumhuriyeti Vatandaşlığı üst kimliği, Sosyalizm, Kemalizm, Ekolojik, Mitolojik, Sümer Rahip Devleti ve nihâyet “Mustafa Kemal’in 1920’li yıllarda oynadığı rolü 2000’li yıllarda oynayacak bir “Kürt Mustafa Kemal”e ihtiyaç vardır.” diyebileceksin!!!

80 yıldır Kemalizmin pençesi altında inleyen Kürt halkının, hiç şüphesiz bir de “Kürt Mustafa Kemal”e hiç mi hiç ihtiyacı ve tahammülü olamaz!

Bu kötü bir ironi zannımca.

“Mustafa Kemal Olgusu”nun ve “Kürt meselesi”nin ne olduğunu; ve en önemlisi, “Kürd’ün meselesinin ne olması gerektiğini” en iyi Kürt halkı biliyor.

Kimse merak etmesin; Kemalizm şerbetini Apo’nun elinden bile olsa içmez Kürt!

(Aylık 16, Ocak 2006)

Monday, April 14, 2008

"GERCEK MUSLUMAN ULUSALCININ YANINDADIR" MI?.

Mustafa SAKA



«Judaist ideolojinin Anadolu’daki ilk en büyük başarısı Abdülhamid Han’ın tasfiye edilmesi oldu. İmparatorluğu İstanbul’un doğusuna taşıyarak genişletmeyi düşünen maceraperest Enverizm-Turanizm de Kemalizm marifetiyle tasfiye edildi. Ve artık Kemalizmin de miadı doldu, işi bitti; kendisini doğurup emziren ‘Juda Ana’ tarafından boğulması, taharet mendili gibi çöpe atılması gerekiyor.

Asker-Sivil Kemalist kadrolar bu tasfiyeye boyun eğecekler mi? Sırf kendi iktidarlarını muhafaza adına olsun göz göre göre tasfiyeyi kabullenmeyeceklerse, nasıl bir tepki koyacaklar? Yalçın Küçük’e Şebeke’yi yazdırarak, Doğu Perinçek’e politika yaptırarak bu badireyi atlatabileceklerine inanıyor olamazlar. Bu tasfiyeci saldırının sırf askerî bir barikatla aşılamayacak denli güçlü olduğunu, hele dış mihraklı -kökü dışarda- yapay bir ideoloji olan Kemalizmle geriletilemeyecek denli köklü olduğunu hâliyle anlayacaklarını farzedersek; neyle ve nasıl karşı duracaklar!


80 yıldır işletilen acımasız tasfiye mekanizmalarını aşmayı becererek her kademede mevzilerini tutmuş olan asker-sivil millîci güçler, yarım asırlık Büyük Doğu mücadelesinin teknesinde yoğrulmuş olan her kademedeki bütün vatanperverler inisiyatifi ele alıp iktidar emanetini sahibine taşıyabilecekler mi?

Esâtir değil, Türk’ün gerçek Ergenekon’u budur!» (24 Temmuz 2002, Dost Strateji)

Lâkin...


Manisalı dönme Erol, Selçuklu dönme İlhan, yedi mahallenin fahişesi fırdönme Perinçek ve emsâli ulusalcılar, müslümanlara yer gösterme küstahlığındalar hâlâ...

Erol Manisalı
’nın 11 Nisan Tarihli Cumhuriyet’teki yazısının başlığı şöyle:
“Gerçek Müslüman Ulusalcının Yanındadır”!

Yeter senden çektiğim, ey tersi dönmüş ahmak!
Bir saman kağıdından, bütün iş kopya almak;

Ve sonra kelimeler; kutlu, mutlu, ulusal.
Mavalları bastırdı devrim isimli masal.
Yeni çirkine mahkum, eskisi güzellerin;

Allah kuluna hakim, kulları heykellerin!

Buluştururlar bizi, elbet bir gün hesapta;
Lafını çok dinledik, şimdi iş inkılapta!

“Bir saman kâğıdından kopya” alınan ulusalcılık ile “tersi dönmüş ahmak ulus”, bin yıl dünyaya hükmeden bir “Millet”in ve peygamberlerin dahî olmayı diledikleri bir “Ümmet”in tersidir!
Bu gerçek, Manisalı dönme Erol’un, 21 Mart 2008 tarihli (Cumhuriyet) yazısında da görülebilir:

- Kurtuluş Savaşı, “Avrupalı işgalcilere karşı” kazanılıyor. Kapitülasyonların kaldırılmasından siyasal ve toplumsal devrimlere kadar değişimler, “Dinci düzen kaldırılarak” gerçekleştiriliyor.


- Dün Atatürk, Sovyetler Birliği’nden destek alarak Avrupalı (ve Amerikalı) sömürgecilere karşı, “çağdaş ve bağımsız bir ulus devletin” temellerini attı.

- Bugün ise “dinciler ABD ve AB ile birlikte”, Atatürk’ün kurduğu düzeni tersine çevirmek istiyorlar.

- Bunlar gerçekler, ne yapılması gerektiği biliniyor, her şey ortada… A’dan Z’ye bütün gücümüzü birleştirmek ve Atatürk Türkiyesi’ni kurtarmak zorundayız.

- Sömürgecilere karşı, dincilere karşı birlik olmalıyız. Önemli olan Türkiye’nin tarafında durmaktır.



Pekâlâ!


Bütün bunları bilerek ve bütün bunlara rağmen “inceler incesi bir siyaset” ile, her kesimin samimileriyle ve hatta bu domuzlarla dahî taktik bir ilişki geliştirilebilir, bu domuzlar dahi kullanılabilir!

Ancak...

“Giden onlar ve gelen biziz”; bunu unutmadan!

Bu domuzların hâlâ müslümanlara yer göstermeye çalışan şu küstah dillerini münasip yerlerine sokarak!

İtikadî ve ideolojik ilkelerimizin kelimeleri arasından bir virgül bile oynatmayarak!

Yerinde ve şifâhen söylenmesine belki cevaz bulunabilecek hud’aları asla yazmayarak!


Her kesimin samimilerinin olabileceğini, fakat bilerek ve samimiyetle Kemalist olunamayacağını hatırdan çıkarmayarak! Yani samimi olmak ihtimâlleri bulunmayan Kemalistlere değil; bunların üzerinden, bunlara kanmış olan, Kemalizm’i gerçekten antiemperyalizm sanan Anadolu çocuklarına göz koyarak!

Bunların üzerinden, bunların elindeki aletlere göz koyarak! Bugün, herhangi bir Anadolu kasabasındaki herhangi bir camide, hatta herhangi bir mahalle kahvehanesinde okunduğunda bile cemaati kavrayacak, yan masada okeye dönenleri de en azından ikiye bölecek bil dil tutturarak!

AKP’ni mahkûm ederken, AKP’ne cahilâne ve fakat sâfiyâne niyetlerle oy veren müslüman halkımızın gururunu kırmayarak, yaklaştırmamız gerekirken uzaklaştırmayarak!

Yani AKP’ne verilen oyların “Deccal’e hayır; Mehdî’ye evet” demek olduğunu, bu oyların asıl sahibinin Büyük Doğu – İbda olduğunu unutmayarak! İslâmcılığı AKP'nin, Antiemperyalistliği Ulusalcıların tekelinden alarak!..

(http://mustafasaka.blogspot.com ;dan iktibas edilmistir.)

Saturday, April 12, 2008

POLİTİK VARİDAT

«(...) 80 yıl önce bütün silah arkadaşlarını, müttefiklerini tasfiye ederek iktidarı ele geçiren, bugüne kadar da kesintisiz-tavizsiz bir tasfiye mekanizması işleterek hiçbir iç dinamikle iktidarı paylaşmaya yanaşmayan bir militer yapılanma, bugün ilk defa çok ciddi olarak dış dinamikler tarafından tasfiye edilmek tehlikesiyle karşı karşıya gelmiş bulunuyor.

Bugüne kadarki varlığını dünyanın iki kutuplu soğuk savaş şartlarına borçlu olan bu yapılanmanın, “aslında değişen bir şey yok, bugün de AB-ABD kutupları var, (...) YDD-Rusya/Çin/Kore var” diye düşünebilmesi ve bu taraflar arasında oynayarak eskisi gibi ayakta kalacağını zannedebilmesi için aklını yitirmiş olması lazım.

Eski hâl muhâl!

AB-ABD-İsrail’in, yani YDD’nin tasfiye hedefleri arasında Türk militarizmi de var.

(…) Türkiye AB kapısına bağlanacak (Dikkat: İçeri alınmayacak, kapıya bağlanacak!)

ABD ve İsrail, AB ile olan çelişkilerinin-çatışmalarının Türkiye ayağını, bu “kapıya bağlama” operasyonuna destek vererek aşacaklar.

(…) Militer yapılanma ise, kronik allerjisi sebebiyle Erbakan’ın ve Yazıcıoğlu’nun partilerine yaklaşamayacağı için bütün sermayesini Devlet Bahçeli ile Doğu Perinçek’e yatırmak zorunda kalacak; söylemeye bile gerek yok, kaybedecek; tasfiye edilmekle kalmayacak, maymun edilecek!

Türkiye, “hadi aslanım Irak’a model olacaksın” gazına gelip Amerika’nın yanında savaşa girer ve Saddam devrilirse, Türkiye Irak’a değil, Saddam sonrasının 3 parçaya bölünmüş Irak’ı kaçınılmaz olarak Türkiye’ye model olacak. Kıbrıs zaten AB’ye gidecek. Ege’de yeni sınırları AB belirleyecek. Buna mukabil Türk askeri de ABD’nin en ucuz paralı askeri olacak.

Bu senaryo bir komplo teorisi, bir hezeyan toptancılığı değil.

Peki elan iktidarı elinde tutan “Militer Yapılanma” ne yapacak? Halkıyla paylaşmadığı iktidarı altın tepsi içinde dış güçlere teslim mi edecek? Yoksa nasıl bir varoluş belirtecek? Tabloyu doğru okuyabilecek mi? Kendi içinde bir arınmaya gidebilecek mi? Yapı içinde örgütlü oldukları öteden beri rivayet edilen “Ovacılar” meselâ, yukarıya doğru uzanıp “Sebâtiler”i indirebilecekler mi? Halihazırda içeriye çevrili olan namluları gerçek düşmana çevirebilecekler mi? YDD’yi aşabilmek için yeni bir DD gerektiğini idrak edebilecekler mi? Emaneti sahibine taşıyabilecekler mi? Tasfiyeciliği tasfiye edebilecekler mi?» (17.7.2002, Dost Strateji)

AKP henüz iktidar olmadan önce, 3 Kasım 2002 seçimlerinden üç ay önce, 17 Temmuz 2002 tarihli “Tasfiyeciliğin Tasfiyesi” başlıklı bu makale gibi onlarcası ile Akademya ve Dost Strateji’de ve 59 haftadır da Baran’da aktüel, edebî, felsefî, mitolojik, etimolojik fasılları ve hatta masalları vesile ederek yukarıdaki ve aşağıdaki tesbitleri güncelleştiriyoruz her hafta bu köşede:

«Derin Dilemmâ... Bundan böyle bu köşede, hadiseleri İBDA perspektifinden ve BARAN’a yakışır bir şekilde değerlendirmeye çalışırken, bazı karelere düşmanın gözüyle de bakmayı ihmâl etmeyeceğiz... Köşemizin adı bu sebeple “Dilemmâ”... Dilemmâ: Kıyâs-ı mukassim; iki taraflı akıl yürütme... Dilemmâ’nın “açmaz, çıkmaz, çelişki, ikilem, zor durum” gibi olumsuz mânânaları ise, nefs ve şeytan hükmündeki düşmanın olsun.

(...) Resmî hukuka rağmen, neredeyse herkesin kendi hukuku var Türkiye’de; ve her bir fert, gücü nisbetinde kendini devlet zannedebiliyor, devlet gibi davranabiliyor. Bu durum, adı konulmamış bir “iç savaş hâli” ile izah edilebilir.

(...) “Gayesine ermemiş savaş, bitmemiş demektir”! Gayesine ermemiş olan “Kurtuluş Savaşı”, Anadolu’da, adı konulmamış bir iç savaş hâlinde hep sürdü, sürüyor. Derin devlet ve meşrûiyet tartışmalarını bu yüzden abes buluyoruz!

(…) Anadolu Kıtası’nda dış güçlersiz bir iç savaş da düşünülemez; çok kanlı bir hesaplaşma, çok derin bir altüst oluş, çok çetin bir herc-ü merc yaşanacaktır! Asker ve sivil kurumlardaki yerli “para-yan” örgütlenmelerin “istiklâl ve meşrûiyet” diye bir kaygıları varsa şâyet; yapılması gereken ilk iş, “Kemalist İdeoloji”den kurtulmaktır!

(...) asker ve polis de dahil, haydi hep birlikte “bu işin satrancını bilen”den satranç öğrenmeye!» (11 Şubat 2007, Baran Dergisi 6. Sayı)

“Bu işin satrancını bilen”?!

«Böyle bir fikir ve aksiyon odağının mânâsı, tıpkı İmâm-ı Rabbânî Hazretleri’nin şu ölçülendirmesine benzer: Müceddid o zâttır ki, o müddet içinde ümmete her ne gibi feyz vâridatı gelirse, onun vasıtası ile gelir. İsterse o vaktin kutubları, evtadı, ebdali, nücebası bulunsun!» (S. Mirzabeyoğlu, Büyük Muztaribler C.4, s.25)

Telegram işkencesi yaparak Kemalizm’in felsefesini yazdırmaya kalkacaklarına, “bu işin satrancı”nı öğrenmeye baksaydılar İbda Mimarı Salih Mirzabeyoğlu’ndan, bizim buradan gördüğümüzü onlar oradan çok daha iyi görür, tasfiyeciliği çoktan tasfiye edebilirdiler ve emaneti sahibine taşıyabilirdiler, tarihin şeref listesinde yerlerini alabilirdiler.

Eski Büyük Doğucu Cumhurbaşkanı ile Başbakan, AKP, Millî Görüş, Ülkücüler, PKK ve sâir yapılanmalar için de geçerli bu talihsiz gerçek!

Bıçak üstünde şimdi her biri; jilet sırtında salyangoz...

Adım atacak durumda değiller; ilerlemek veya durmak imkânları da yok; bir adım gerisi bile yok!

Mustafa Saka

(30 Mart 2007, Baran Dergisi 65. Sayı)

“Avanak Müslüman Avı”nda İkinci Perde:

“GAZİ PAŞA’NIN 1919 İRADESİ!”




TC Devleti “çelik çekirdeği” –ki artık bu, ne kadar “çelik” ve en önemlisi “tek” parça, tetkike muhtaçdır-, ‘90’li senelerden itibaren “savunma stratejisi”ne geçmiş ve “ilişkili” oldukları eliyle savunma propagandasına başlamıştır. Bunun sebebi, 1950’lerden beri kendisinin “hamiliğini” üstlenen, Ordusundan, Emniyetine, Gizli Servisine, orada kullandığı makine ve teçhizatına kadar her şeyini veren ve kuran Amerika’nın, kendi planları içerisinde katı-laik, katı-oligarşik, katı-faşist, katı-devletçi bir devlet yapısına izin vermeyeceğinin ortaya çıkmasıdır. Amerikanın planları (ki onlar da “taktik-günlük hamle” noktasında değişse de umumi stratejisi açısından değişmiyor, değişmez.) bu makalenin mevzusu değil, mevzumuz bu stratejiye karşı TC Devletinin “çelik çekirdeği”nin geliştirdiği savunma hamleleri…

Şunu hemen söylemek lazım: Bugün gerçekleşen hadiseler, eğer hayat sürüyor olsa idi, Turgut Özal devrinde gerçekleşecek ve yaşadığımız ve yaşanacak olan hadiseler belki şimdiye kadar bitmiş veya bitmek üzere olacaktı, ama TÖ’nun ölümü, Amerikanın planlarını da geciktirdi, TC’nin yaşam süresini de arttırdı. Eğer TÖ yaşasaydı, bugünkü AKP denilen partinin ortaya ÇIKARTILMASI kimsenin aklına bile gelmeyecekti; bu partinin “lider kadrosu” denilenler belki hâlâ milletin kanalizasyon işlerinin kolaylaştırılması, iyileştirilmesi ile belki yabancı ama “İslâmî” bir bankanın felanca bölümünün sıradan bir müdürü olmakla iştigal ediyor olacaklardı! Ama, TÖ’nun yarım bıraktığı İHANETİ tamamlamak bunlara NASİPMİŞ demekki!

Evet bir İHANET ortada, ama kime ve neden?

İşte bu sual, TC çelik çekirdeğinin “savunma stratejisinin” temelini oluşturmakta…

Buna göre, AKP hükümeti ve zihniyeti, apaçık bir ihanet içindedir, devleti ABD’nin boyunduruğu altına sokmuştur, iktisadi pozisyonu tamamen borçlu vaziyete getirmiştir, devletin bütün varlıklarını yabancılara satmaktadır, cumhuriyetin temel direği Ordu ile uğraşmakta, onu yıpratmaya çalışmaktadır, Emniyet güçlerini (ve diğer bürokrasiyi) kendi adamlarıyla-zihniyetiyle ve tabiî ki yandaşı olan “Pensilvanya Cemaati”nin (yani Fetulah Gülen’in) adamlariyle doldurmakta, kadrolaşmakta, bu kadroyla da hem Emniyetdeki hem de Ordudaki “vatanseverlere” pres tatbik edip sindirmeye çalışmaktadır!

Bu, böyle midir peki? Böyledir elbette ve bunda şüphe yoktur ve maddeleştirelim ki, daha net, daha berrak, “beyan eylemiş” olalım:

Bir: AMA, bütün bunlardan, BİZE NE?! Biz, yani, 80 milyonluk HALK, 80 senedir zaten bütün bunları yaşamıyor muyuz, inançlarımıza baskı tatbik edilmiyor mu, biraz sesini çıkaranı fişleyip, mahkemeye sevkedip “at içeri, çıkmak için uğraşsın” diyerek zindanlarda tutmuyorlar mı? İki: İşte, İbda Mimarı Salih Mirzabeyoğlu! Adana DGM tarafından “soruşturmaya mahal yoktur” diye kapatılan bir dosyanın “hiçbir lehde ve aleyhde hareket” olmamasına rağmen İstanbul DGM tarafından tekrar açılması ile tutuklanmış, ardından da İDAMA mahkum edilmemiş miydi!? Ne eline bir silah almış, ne bu şekil bir emir vermiş, elinde kalemi olan ve 50 kusur kitap yazmış bir fikir adamı hem idama mahkum edilmiş hem de “KEMALİZMİN FELSEFESİNİ KURMASI” için TELEGRAM denilen işkence metoduna neredeyse 10 senedir muhatap kılınmamış mıdır!?

Bu böyle!

Senelerdir söylediğimiz bir husus vardır ve hâlâ da capcanlı devam etmektedir: Şu an etrafı kaplayan “hainsiniz… asıl siz hainsiniz” tartışmaları, gideceğini gören ve ona göre tavır geliştiren TC çelik çekirdeği ile, gelmek için çırpınan “Pensilvanya cemaati-AKP”nin KAYIKÇI KAVGASIDIR ve işin aslıyla bunlar “canbaza bak!” misali halkı kendi yanlarına çekmek için çeşitli “enstürümanları” kullanmaktadırlar ve bu şekilde gücünü “diğerine” kabule zorlamaktadırlar; 1) şunu bilmek gerekir ki, bunlar bir noktada, muhtelif tavizleri kopardıkdan sonra anlaşacaktır, 2) ardından “canbaza bak!” diye gaza! getirdiklerinin üzerine BİRLİKTE yürüyeceklerdir!

Şu aşamada zaten, “çelik çekirdek”in, “Pensilvanya cemaati-AKP”nin KARARLI bir şekilde üzerlerine gelmesine ve “bazı şeyleri” yapmaya zorlamasına rağmen kılını bile kıpırdatamaması çok şeyleri anlatmaktadır. Şunu bilin ki, (maddeleştirelim) 1) yok Sarıkız darbe planıymış, yok Ayışığı darbe planıymış yok bilmemneymiş , “Pensilvanya Cemaati-AKP”, bu “proje’lerin bir an önce hayata geçmesini beklemektedir! 2) Geçtiklerinde, hem kendi “kadroları’ hem de “canbaza bak!”a kalan halkı da yanına alıp, 80 senedir milletin ensesinde boza pişiren FAŞİST OLİGARŞİK YAPIYI yerle yeksan etmeyi ummaktadırlar ki, bunda da haksız değiller! 3) 22 Temmuz seçimleri ile birlikte başlayan AKP’deki “dini özgürlükler söylemi”, artık köşeye iyice sıkıştırılmış bulunan bu yapının bekledikleri hamleyi yapma zamanının geldiğine inandıklarından, halkı yanlarına çekmenin “haklı” zemini için ortaya çıkmıştır, dense hatalı olmaz herhalde! 4) Ve en önemlisi, “Ergenekon Terör örgütü” üzerine yapılan (ve “adam tanıma” maksadlı olduğu, birbirleriyle hasım olanların bile aynı dosya içine sokulmasından belli olan) operasyon da bunun için ve biz bu noktada 1999 yılında Metris’den yükselen şu yakarışı görüyoruz: “YA RABBİ! KAFİRLERİ HAREKETİMİZİN LEHİNE OLACAK ŞEKİLDE BİRBİRİNE K-I-R-D-I-R!” Aziz, Sabur, Latif, Bedi ve Muntakiym olan Allah, bu duayı şu son senelerde yaşadıklarımızla gerçekleştiriyor, desek haddi aşmış olmayız inşaallah!

“Pensilwanya cemaati-AKP” ortaklığının yaptıkları bunlar; ya karşı grubun yaptıkları!? Bu noktada, söylenecek çok laf var!

80 senedir Müslümanların ensesinde boza pişiren “yapı”, gidici olduğunu gördüğünden, “ortak değerler”, “ortak düşmanlar” lafları ile stratejisini geliştirmeye başlamış ve bunun için de kuzu postuna giyinmiş kurt hüviyetine bürünmüştür. Ve dikkat, taktik hamlelerin başlatılma tarihi, 1999 sonu-2000’in başıdır! Bu tarih, İbda’nın “Metris Hamlesi”nin hemen ardıdır! ’99 boyunca hop oturup hop kalkan bahsettiğimiz iki grub, “olmadı işte olmadı,İislâm devrimi olmadı işte!” diye adeta çocukça sevinerek tekrar eski frekansda ve hatta İbda Mimarı’nın Telegram işkencesiyle “robotlaştırılmak” için Kartal Cezaevi’ne konulmasından da hız alarak daha farklı taktikler geliştirmişlerdir.

Bu taktik hamlelerden biri, “SABATAYİST AVCILIĞI”dır; bilfiil içinde bulunduğum, hamiliğini de üstlendiğim bir “yapı” ile, Müslümanların “büyük” bellediği kimi zatlara karşı “Sabataydir; bu da İslâmın yahudi tesirinde olduğunu gösterir” yollu propagandalarına an be an cevaplarla mücadele ederek, Müslümanları “Gazi Paşa” ama asla “Atatürk” olarak isimlendirilmeyen ve “SEMBOL” haline getirilmeye çalışılan zatın etrafında “Amerikan ve Yahudi emperyalizmine karşı kenetleme” planı güden şizofrenik bir profesör ile ondan arta kalır yanı olmayan bir “araştırmacı gasteci”nin planlarını bozguna uğratdık, desek abartı olmaz! Maddeleştirelim:

1) “Sabataycı kimliğe” herhaliyle uymasına rağmen, bir türlü “Gazi Paşa”ya toz kondurmayan bu iki şizofren, “Gazi Paşa”nın aslında bağımsızlıkçı, antiemperyalist olduğunu, ama bir türlü etrafından tasfiye edemediği İttihatçılar ve Masonların kumpasında bunaldığını, hatalı hareketlerinin de bundan ortaya çıktığını vs. söyleyerek, 2) bütün “kabahatı”, “Sabatayistlerin kurduğu İttihatçı geleneğe” yüklemeye çalışıyorlardı. Ama bunda da bir noktaya kadar başarılı olduklarını kabul etmek gerekir; 3) “Kadiri nisbetli” bazı cemaatlerin, “Gazi Paşa… Mustafa Kemal Paşa… 1919 ŞARTLARI” laflarıyla, bütün kabahati “Sağır İsmet”e, Masonlara, Sabataylara atarak, “Gazi Paşa’nın 1919 iradesi” laflarına başlamaları, 4) o toz duman içinde bu şizofrenlerin başarı hanesine yazılsa yeridir! Aziz Karaca imzalı bir yazıda, 1919 ile şimdinin “şartları” karsılaştırılmakta ve “Soroscular’ın yeni bir Mustafa Kemal çıkmaması için uğraştıklarından… 1919’daki iradeden…” vs. bahsedilmekte!

O yazıya ve “1919 İradesi”nden bahseden yazılara dikkat edildiğinde görülecektir ki, -maddeleştirelim tekrar- 1) önemli olan ne “1919” ne “1919 şartları”; önemli olan sadece ve sadece “Gazi Paşa”! “Gazi Paşa”, TEKRAR SEMBOL haline getirilmeye çalışılmakta ve 2) ne acıdır ki, 80 senedir Müslümanların ensesinde boza pişiren Kemalistlerin “oyununa” da bazı cemaatler ve grublar gelmektedir.

“Parola: Vatan; işareti: Namus” diyerek “1919 şartları”na dikkat çeken ve bunu da sloganlaştıran, geçtiğimiz senelerde vefat eden Atila İlhan’dır ki kuvvetle muhtemel Avdeti kökenli, “antiemperyalist Gazi Paşa’cı”, üstelik bir de “solcu” olan biridir, bu slogan etrafında bir kitap dizisinin yönetmenliğini yaparken, “Yarın Dergisi”ni de “çocuklar durum böyle böyle” diyerek davet ettiğini ve onların da buna icabet ettiğini söylemektedir ki, “1919 iradesi’ciler”in ne mal olduklarını ve hangi “kirli tezgah”ı planladıklarını buradan anlamak gerekir. “Yarın” denilen grubun kökeni “Hizbullah”dır! Bu derginin cemaziyulevvelinden bahsedecek olursak, bunlar 1990’ların “Tevhid Dergisi”ne dayanır; ve bu dergide, 1991’in o sımsıcak günlerinde, İbda Mimarı ve bağlıları, bir başka “vatansever ve Gazi Paşa’cı” Mehmet Ağar tarafından işkenceye çekilirken, şizofren profesörü sayfalarında ağırlamışlar ve “Necip Fazıl, Kemal’in İslâmcılar arasındaki ajanıdır!” gibi laflar söyleyerek, söyleterek HAİNLİKLERİNİ ortaya koymuşlardır birlikte! O dönem, “Gazi Paşa” yok, “Kemal” vardır şizofren profesörün nazarında; konuştuğu dergi “Hizbullahi” bir dergidir, “Atatürk”ü medhetmek biraz “zordur” o sayfalarda o zamanlarda ve o zamanlar şizofren profesörün nazarında ZATEN Atatürk, “Gazi Paşa” değil, “Kemal” veya “Kemal Paşa”dır ve “Aydınlanmayı yarıda bırakmış”tır, bilinen tabirle “gardrop devrimcisidir” ve tabiatiyla “Kemal’in ajanı” lafı damga niyetine kullanılmaktadır. Ve dikkat edin, 27 Mayıs’ın öğrenci liderlerinden, 9 Martçı Baasçı Faşist-Oligarşik ve elbette kapkaraLaik ve muazzam İslâm düşmanı hareketinin de köşesinden de olsa içinde bulunan “planlamacı’sı” şizofren profesör ile dünün “İrancı’sı”, “Hizbullahçı’sı” demek ki gün geliyor “GAZİ PAŞA’NIN 1919 İRADESİ”nde payda olabiliyorlarmış!

Bakın o günlerde, yayınlanan bir kitabında – o esnada “kürtçü laik” Yeni ülke gazetesinin de yayın danışmanıdır- neler söylemektedir:

“-Mustafa Kemal, yirminci yüzyıl Türk politikacıları içinde en temkinlisi ve ufku en dar olanlarından birisidir; yönetime gelmesinde, yorgun ve yenilgiye alışmış yenikçi Türk halkının psikolojisine uygun düşmesinin ayrı bir ağırlığı olduğunu düşünüyorum. Misak-ı Milli, Kemal Paşa’ya ve Kemal Tahir’in romanının adıyla, “yorgun savaşçı” bir kütleye uygun düşüyor. Türklük, Kemalizm’in Misak-ı Milli ilkesini terk etmek zorunluluğunu duyuyor. Yayılmacı bir Türklük geliyor. Tarih Kemal’in yerine Enver’i ön plana çıkarmak üzeredir.

Laflara bakın! Maddeleştirelim: 1) “Yenikçi Türk halkı” denilerek yapılan hakareti görmezlikten gelelim; 2) ama “Türk halkı”nın MK’nin yönetime gelmesine sanki rıza gösterdiğini ima eden ve üstelik de “Kemalizmin Misak-i Millisi”ni kabul ettiğini iddia eden satırlara bakalım. “Kemalizmin Türk insanı” denilmesi, “Kürtçü-Laik” Yeni Ülke gazetesi “modunda” bir “bölücülük” yapılarak, Anadolu müslümanlarını ırki şubelere bölmek bir yana, “Başkan Apo” diyeceği ve “Kürtçü 28 Şubat için Başkan Apo’nun yanındaydım!” laflarının girizgahı-peşrevi olsa gerek, geçelim. Evet, son Osmanlı Meclisi’nin kapatılmadan hemen önce ve “nefes almak için durulacak duraklar” manasına kabul ettiği ve Anadolu insanının uğrunda can verdiği Misak-i Milli ile, MK’in anladığı Misak-i Milli arasında FARK vardır; birincisinde, Musul vardır, Batum vardır, Halep vardır, Batı Trakya vardır, ama ikincisinde “Musul için kan dökmeye değmez, Batı Trakya için hiç uğraşmayın, basın (Lozan’da) imzayı gelin!” gibi bir emir sebebiyle hiçbiri yoktur!

Peki bu emri kim vermiştir? “1919 iradesi”nin sahibi, “antiemperyalist Gazi Paşa Hazretleri”!!!

Hiçbirşey olmasa bile, sadece ve sadece şu yukarıda naklettiğimiz cümle, “GAZİ PAŞA’NIN 1919 İRADESİ”nin, kelime oyunu yapalım, “irade” değil de İDARE İŞİ olduğunu göstermeye yeter! Kimi? Tıpkı “Sabatayist Avcılığı” ile birtakım din büyükleri “sabatayist” ithamına maruz bırakılarak, savunmasız, güçsüz, iradesiz, kendine güvensiz bırakılmaya çalışılıp, “etrafı Masonlar ve Sabataylarca çevrilmis ve nihayetinde de Mason doktorlarca yanlış tedaviye tabi tutulup öldürülmüş Gazi Paşa”nın etrafında birleştirilmeye çalışılan “kimler” ise işte onları “idare etmenin” cicili bicili bir ambalajıdır “1919 İradesi” lafi!

Anlatabilme kolaylığı açısından maddeleştirelim: 1) “1919 İradesi” demek, BU MİLLETE HAKARETDİR! İki: Koskoca milli mücadeleyi TEK ADAM’a bağlamak demektir! 3) Tamam, şizofren professor ve mevta –muhtemel- avdeti şair, sol bir gelenekden geldiklerinden “liderleri putlaştırrmaya” demesek bile “dikta-törlük”e alışıktır, yatkındır, meyyaldir ve zaten 9 Mart’da başarsalardı bu memleketde kurulacak olan sehpalardan millet olarak bunu “idrak” edecektik. 4) Bu ifade, “Gazi Paşa’nın 1919 İradesi”, bu milletin, 1919’a kadar, tam tarih verelim 19 Mayıs 1919’a kadar yan gelip yattığını söylemek demektir ki, tek kelime ile ayıptır ve yazıktır ve dahi günahdır! Açın “İnkılap Tarihi” bile olsa tarih kitaplarını ve okuyun o tarihe kadarki MİLLİ İRADEYİ! Ne “Gazi Paşa’nın 1919 İradesi” yahu! Eğer, sonradan sürüm sürüm süründürdüğü, sehpayı gösterip korkutmaya çalıştığı Karabekir Paşa olmasa, o refere etmese, Erzurum Kongresi’ne bile katılamayacak biridir o tarihlerde, “Gazi Paşa”!.. 1) BİLMEYENLER ÖĞRENSİNLER, milli mücadelenin rotasını çizen İRADE, Erzurum Kongresinde tecelli etmiştir, bu kongreye Karabekir Paşa’nın refere etmesiyle ve bir kişinin de yerini vermesiyle son anda katılmıştır “Gazi Paşa”; 2) sonradan en yakın adamları olacakların “Amerikan Mandası” isteyecekleri ve tamamen bu tartışmanın ısrarlı oturumlarına sahne olan Sivas Kongresi, aslıyla milli mücadeleye fazladan bir şey katmayan, Erzurum Kongresi’nin tekrarı ama “Gazi Paşa”nın kontrolündeki bir kongredir ve önemi de sadece ve sadece bu noktadadır! Ve 3) “Gazi Paşa’nın 1919 İradesi” diyenler, Karabekir Paşa’ya yazdığı bir mektubda “ŞU AMERİKALILAR MANDA MESELESINI KABUL ETSE DE KURTULSAK!” dediğini nereye koyacaklardır, buyrun onların problematiği bu olsun! Bu noktada da şu ortaya çıkıyor, eğer “1919 iradesi” vurgusu, “Gazi Paşa”ya “milletin iradesini temsil ettiği” için nispet ediliyorsa, Sivas Kongresindeki “manda lafları” ile Karabekir Paşa’ya yazılan yukarıdaki cümleye bakarsak, “Gazi Paşa’nın iradesi” ile “milletin iradesi” FARKLIDIR!

BİLMEYENLER ÖĞRENSİNLER yine, “Gazi Paşa”, 1919’a gelirken, hiçde öyle “gazilik” felan gibi rütbeleri alacak işlerle ilgilenmiyor, hatta kafasının uzağından bile geçirmiyordu, desek yeridir. “Gazi Paşa”, 1918 yılı boyunca parti-pırtı işleri ile, hükümeti kimin kurması gerekliliği üzerine sağa-sola mektublar yazmakla meşguldü. Hatta şöyle diyelim, Ahmet İzzet Paşa’nın bir hükümet kurması gerektiğini ve kendisinin Harbiye Naziri olarak ve isim verdiği arkadaşlarının da işaretlediği nazırlıklarda vazifelendirilmesini bir mektubunda “arz etmiş” ve bu hükümet kendisi hariç aynen kurulmuştur! Bu hükümetin “ateşkes imzalamak için uğraşması” gerektiğinden de bahsederdi o mektubunda ki, (işte onun “İttihatçı aleyhtarı” olarak tanınmasına sebeb olan “unsur” budur; İT’ciler “barış” lafını duyunca çok kızıyorlardı ve hatta kendi tetikçilerinden Yakub Cemil’i bile bu sebeble idam etmişlerdir), işte bu hükümet, Anadolunun işgal edilmesine (7. maddesi nedeniyle) sebeb olan Mondros Mütarekenamesi’ni imzalamıştır! “Gazi Paşa’nın 1919 İradesi”nden bahsedenler, “Gazi Paşa’nın 1918 iradesi”nden habersiz midirler acaba!? Bir de bir “Sultan” ile evlenmeyi ve Hanedana dahil olmayı planlamaktadır “Gazi Paşa’nın 1918 iradesi”… Hatta bir ara, hükümetden memnun değildir, ne kadar “arz ederim”li mektublar yazmış olsa da kale alınmıyor hissine kapılır, DARBE PLANI yapar, hükümeti devirecektir kısaca! Önemlidir, 1) O kadar meşguldür ki bu “tür” işlerle, Karabekir Paşa’nın kendisini Anadolu’ya davetine, “işlerim düzelince gelirim” diye baştan savma bir red cevabı bile verir! Ve 2) Karabekir’in aynı davetine İsmet Paşa “umutsuz durum” diyerek karşı çıkmıştır ve 3) ne gariptir ki, Anadoluya gitmemek için uğraşanlar sonradan “Tek Adam” ve “İkinci Adam” olmuşken, onları refere eden adam ise “İstenmeyen Adam” oluvermiştir!

Şu “1919 şartları ve iradesi” lafı, bir devirler, Müslümanların önüne zoka olarak sürülen “1921 anayasası”na da benziyor; hani orada “TC, bir İslâm devletidir” diyormuş ya… Bizim “legal siyasiler” de, ki, bunun başında, yine bir Avdeti olan ve 9 Mart’ın içinde bulunurken saf değiştirip 12 Mart’ı yapan Muhsin Batur’un ta İsviçrelere kadar gidip, “gel, makamına geç, kimse sana dokunamaz” güvencesi vererek getirdiği Zat bulunmaktadır ve “getirilme sebebine” uygun davranış olarak “bu devleti, cumhuriyeti müslümanlar kurdu aziz kardeşlerim, ama sonradan masonlar, batı klüpçüler ele geçirdi, şimdi biz yine onu eski haline getireceğiz ve hatta yaşasaydı, Atatürk bile bizden olurdu” demeye başlamıştır, kısaca, “SİYASİ YELPAZEYE MÜSLÜMANLARI PERÇİNLEME HAREKATI”nın eski bir “oyunu”dur bu “1921 Anayasa’cılığı”…

Şu husus da önemlidir: “Gazi Paşa’nın 1919 İradesi” ve “1919 şartları” lafları, BİZİM sözlerimiz değildir; bunlar İSLÂM’IN YANINDAN BİLE GEÇMEYECEK OLANLARIN laflarıdır ve “irade”den kasıt “KANLA İRFANLA KURDUK BİZ BU CUMHURIYETİ” mısralarında gizlidir; “1919 şartları”ndan kasıt da bu “irade” ile kurdukları devletlerinin “darboğazı”nı işaretliyor… Başta dedik: İYİ DE BİZE NE?

Şu andaki kapışma, “Pensilvanya cemaati-AKP” ile “Çelik Çekirdek” arasındaki kayıkçı kavgasıdır ve BİZİ İLGİLENDİRMEMEKTEDİR…

Bizi ilgilendiren şudur: Bu kavgayı “Ya Rabbi! Kafirleri hareketimiz lehine olacak şekilde birbirine kırdır!” duasının bereketi ve kabulü noktasında ZEVKLE seyrediyor, birbirlerini yemelerini ve birbirleri hakkında söylediklerini “el-hak doğrudur!” diye cevaplıyor ve kendi GEMİMİZİ YÜRÜTÜYORUZ! İki tarafın da bu memleketin hayrına düşünmediğini, kendi çıkarları için mücadele ettiklerini biliyoruz ve bekliyoruz DİMDİK VE S A P M A D A N DURARAK, çayımızı içmeye, sohbet etmeye ve “n’olcak bu memleketin hali” sorusunun cevabını MAKAMINDAN ALMAK İSTEYECEK OLANLARI bekliyoruz…

Bir nokta daha…

Şizofren professor, yukarıda iktibas yaptığımız yazısında Yayılmacı bir Türklük geliyor. Tarih Kemal’in yerine Enver’i ön plana çıkarmak üzeredir diyor… “Yayılmacı Türklük” dediği, “emperyal vizyon” ve bunun içinde –kendi ifadesiyle- “ufku dar” olan “Kemal Paşa” YOK! Kim var? Enver Paşa! Bu kim? İttifak ile kabul edildiği üzre, “ÜÇ BEYİNSİZ”lerin en hayalperest ve en tehlikelisi! Bugünkülerin, en son şu kara harekâtında görüldüğü üzre, “TSK en kara kış ikliminde bile harekât yapabilecek güce sahiptir ve bunu da göstermiştir” demek için üç aylık eğitimli, daha ana kuzusu kıvamındaki askerleri gerilla tarafından biçilme ve donma riskine atmalarının öncüsü yani, “vatandaşın Memedi çoooookk!”un ilk tertipcisi biri! Bırakın bunları, Yakup Cemil, Yenibahceli Şükrü, Süleyman Askeri gibi “tetikçileri” ile Sultan Abdulhamid Hanı iktidardan indiren ve memleketi savaşlara ve açlığa mahkum eden ve ardından da bu savaşlarda “Memedleri” kıtır kıtır kestiren BÜYÜK HAYALPEREST! (Geçtiğimiz senelerde bir asker eskisinin lafı vardı, “Galiçya’da, Yemen’de ne işimiz vardı?” diye, bu meyanda kabulümüzdür! Bu büyük hayalperest Enver Paşa’ya kalsa, Afganistan’a, İran’a da ordu sevkedecektik!) şizofren professor ve ondan arta kalmayan “gasteci”, serde olan “teşkilatçılık” veya “teşkilat-ı mahsusa özentiliği” sebebiyle, işte “Kemal”i safdışı bırakıp, yerine “Enver’i” yerleştirmeye çalışıyorlar! Sebeb? Enver, Almanyanın “Doğu’ya doğru!” siyasetinin en hayalpereset ve en candan destekçisidir ve dikkat ediniz, Osmanlı’nın Avrupadaki topraklar üzerinde hiç uğraşmaz, devamlı ortadoğu ve en fazla da Asya ile ilgilenir. Baştan itibaren Osmanlının Avrupa ile alakası olmadığını, “misyonun” Asya ile alakalı olduğunu kabul eder ve en önemlisi, şizofren professorun kopya çektiği üzre Türkler arasında bir birlik sevdasındadır, bu da şizofren professorün –güncelleyerek söylediği- “DOĞU BİRLİĞİ” dediği nesne ile aynıdır. Bu, Avcıoğlu’ndan itibaren gerek Galiyevist gerek Marksist ve –ne demekse- “Kemalist Sol”un “ideolojik duruşu”nu gösterir: Bütün hesap, Doğu üzerine. Rahmetli Üstadımız Necip Fazıl’ın dediği “Solcular benim İdeolocya Örgüsü’nden, kendilerine ideolocya devşiriyorlar!” dediği husus bu olsa gerek; ama her kopya gibi, hatalı, sahte: Necip Fazıl’da “doğu” bir fikir’dir, bir remz’dir, bunlarda ise “madde”!

Mamafih ortada olan şudur: Bugün gerek ABD’nin ve Londra’nın gerek buradaki sacayakları “Pensilvanya cemaati ve AKP”nin ve gerek karşıtlarının ortak noktası, telaffuz ettikleri “BÜYÜK DOĞU” veya “DOĞU BİRLİĞİ”dir ki bu da eski Osmanlı Devleti’nin, reforme edilmiş halidir! Yapılan, İbda’nın “BÜYÜK DOĞU DEVLETİ-BAŞYÜCELİK DEVLETİ”nin SAHTESİNİN iktidara getirilmesidir kısaca; bu o kadar açıktır ki, bu “Ulusalcı” veya “Pensilvanya cemaati-AKP”nin veyahut onlara tabi olmuşların, mesela kendinden menkul bir “Bosna hakanlığı” sözkonusu olan bir “gasteci”, geçtiğimiz ay kaleme aldığı yazısında onca “devlet projeleri”ni sayar, artık ahı gitmiş vahı kalmış “görüş”leri bile “proje” olarak dile getirirken “BOP”un Türkiye’ye takdimi esnasında, yazı yazdığı gazete de bile “BOP, aslında Üstad Necip Fazıl’ın Büyük Doğu İdeali’ne benziyor ve şimdi iktidarda olan (AKP) partinin kadroları onun talebeleri” diye yazılmışken, işte o yazdığı “projeler” yazısında “BAŞYÜCELİK DEVLETİ-BÜYÜK DOĞU DEVLETİ”nin lafını bile etmez!!!

ÇÜNKÜ BİZ GÜÇLÜYÜZ!

ÇÜNKÜ BİZ GELİYORUZ!

ÇÜNKÜ ENGELLEYEMİYORLAR VE SAHTELERİYLE İNSANIMIZI ÇALMAYA ÇALIŞIYORLAR!

Ne kadar uğraşırlarsa uğrasınlar, “hamam oğlanı”na dönmüşleri tekrar “BİRLİK SEMBOLU” haline getirmeye çalışsalar da, “1919 İradesi” diye milletimizin ruhuna oynamaya kalkışsalar da “kanla irfanla kurdukları cumhuriyet”leri etrafında kenetleme çabaları başarısız kalacaktır! Niye? Çünkü BİZ İSTEMİYORUZ VE BU OYUNDA Y O K U Z !

Gerçekten vatanı mı düşünüyorsun, gerçekten anti-emperyalist misin, gerçekten anti-siyonist misin! O halde buyur, BÜYÜK DOĞU DEVLETİ-BAŞYÜCELİK DEVLETİ FİKRİNE gel!

Gelmezseniz, biz zaten gelmiyor ve –“Gazi Paşa’nın 1919 İradesi” laflarıyla düştüğünüz halleri, birbirinize olan husumeti, “KAFİRLERİ BİRBİRİNE KIRDIR” duasının tatbikati olarak, hikmetle, dehşetle, hayretle ve haşyetle ZEVK içinde seyrediyoruz! Nasıl olsa, şimdi gelmeseniz bile, yakında sürüne sürüne geleceksiniz! Söylemedi demeyin! Çünkü bu oyun bizsiz kurulmaz, oynanmaz ve bitmez!


Salih Demirci


(Furkan Dergisi, Mart 2008)