İBDACI “VATAN” ANLAYIŞI “BİRLİK” ZEMİNİDİR!
-“Başyücelik Devleti” İçin ”Bağımsız (Kemalist) Türkiye Cephesi”ne Hayır!-
Dr. Lâtif Denizci
I. BÖLÜM
İSLAM VE HARB ÜLKESİ
"Dâr" kelimesi lügatda, yer, mekan ve konak mânâlarına gelir. Bu kelime, belde mânâsına geldiği gibi, mecazen “kabile” mânâsında da kullanılır,
İslâm Hukukunda(1), “dâr”, “bir müslüman ve gayr-ı müslim idarecinin hakimiyeti altındaki ülke” mânâsında kullanılır. “Dâr” kavramında; ülke’nin tayin ve tesbitinde temel amil idare olup; devlet ile ülke arasındaki bir hakimiyet münasebeti sözkonusudur. Bu mânâda ülke; bir devletin faaliyet alanını meydana getirir ve orada fiili kontrol ve hakimiyeti tesis edip, dışa karşı orayı koruyan otoriteye nisbet edilir. Serahsî Hazretleri, "el-Muhit" isimli eserinde bu hususda şunları kaydeder:
«- BİR ÜLKE, ORADA KORUYUCU BİR İDARE VE HAKİMİYET KURMALARI VE KONTROLÜ ELİNDE BULUNDURMALARI SEBEBİYLE O ÜLKE HALKINA NİSBET EDİLİR.»
İdare ve hakimiyet faktörü, İslâm ülkesi ile gayr-ı müslim ülke arasında ayırtedici bir rol oynadığı gibi, müslüman memleketler için de geçerlidir. İmam-ı Debusi, şöyle der:
«- İslâm ülkesi ile gayr-ı müslim ülkeyi birbirinden ayıreden faktör, temelde idare ve hüküm ayrılığıdır. Bunun gibi, "dârulİslâm” dahilinde müslüman yöneticiler arasında muhtelif memleketler de hakimiyet ve hükümet etme ile birbirinden ayrılır. Müslüman idareciler arasında olduğu gibi, ülke onlara (gayr-ı müslim) ve bize (mümin) kuvvet ve hakimiyet hükmiyle izafe edilir.»
•
Hicret evvelinde HUKUKİ mânâda "dârulİslâm” diye gösterilebilecek bir ülke-dâr yoktu. Allah Resûlü Medine’ye hicret edince, ensar ve muhacirlerle İslâm toplumu teşekkül etti ve günden güne de güçlendi.
Müfessirlerin beyanı üzere, ondan sonra da namaz, oruç, zekat, ceza hukuku ve helal-haram hususlariyle alakalı hükümler vahyedildi. Medine’ye hicret, İslâm devletinin vucüd bulması için ilk merhaleyi teşkil etti.
Müslümanlar Medine’de siyasi mânâda bir “toplum” meydana getirip de gayr-ı müslimlerle aralarındaki münasebetler milletlerarası bir mahiyet kazanınca, İslâm devletinin faaliyet sahası ve hukuk nizamının tatbik alanı olarak "darülislâm" da teşekkül etmiş oldu.
İmam-ı Serahsi, Bedir harbi sıralarında Medine’nin hukuki durumu hakkında şu mütalaada bulunur:
«- O zamanlar Medine için "dârulİslâm” hükmü, ancak Allah Resûlü müslümanlarla birlikte orada olunca sözkonusuydu. Onlar Medine’den çıkınca, orada üstünlük ve hakimiyet yahudi ve münafıklara geçiyordu... O zamanlar darülislâm, Allah Resûlü ve ashabının bulunduğu yer idi. Çünkü o günlerde, müslümanlar için bundan başka “mena’a” (askerî güç) mevcut değildi.»
Hülasa; hicretten evvel "dârulİslâm” mevcut değildi; darülharb ise esasen daha öhce vardı. Ancak müslümanlara savaş izni hicretten sonra verildiğinden, müslümanların kendilerine harb açanlara münasebetlerinin bilfiil harb halini alması bu dönemden sonradır.
•
Yukarıda, ülkenin müslümanlara ve gayr-ı müslimlere idare ve hakimiyet bakımından nisbet edildiğini ifade etmiştik. İşte bu nisbet, dar’ın niteliğini de ortaya koymaktadır. İmam-ı Serahsi, "Dârülislâm, müslümanların hakimiyetleri altındaki yerin ismidir”; İmam Debusi de, "müslümanların idare ve hakimiyetleri altındaki yer” olarak dârülİslâm’ı tarifi ederler.
Hanifî fakihlerinden İmam-ı Kuhistanî de, "DÂRÜLİSLÂM, MÜSLÜMANLARIN İMAMININ SULTA VE HÜKMÜNÜN YÜRÜRLÜKTE OLDUĞU ÜLKE; DARÜLHARB DE, KAFİRLERİN REİSİNİN EMİR VE İDARESİNİN YÜRÜRLÜKTE OLDUĞU ÜLKE” tarifini yapar. Hanbelî fakih Hacavî, darülharbi, "Küfür hüküm ve idaresinin hakim olduğu ülke” olarak tarif eder.
Bu ve nakletmeye lüzum görmediğimiz diğer tariflerin hepsinde; "dârulİslâm” ve darülharbin, İslâm ve İslâmdışı idarelerin hakimiyet sahası ve hukuk sistemlerinin tatbik edildiği devlet ülkesini tesbit ve ifade ettiği görülmektedir; temel kıstas, "dârulİslâm” ve darülharbin tayin ve tesbitinde, OTORİTE VE HAKİMİYET OLUP, NÜFUSUN MÜSLİM VE GAYR-I MÜSLİM OLMASI AZ VEYA ÇOK ÖNEMLİ DEĞİLDİR.
•
Şafiî mezhebinin umumî anlayışına göre, "dârulİslâm” üç kısımdır:
1) Müslümanların meskun bulundukları yerler.
2) Müslümanların fethedip gayr-ı müslim ahalisini cizye karşılığında iskan ettikleri yerler. Bu yerlerin mülkiyetinin İslâm devletine veya sulh ile gayr-ı müslim ahaliye bırakılmış olması farketmez.
3) Başlangıçta müslümanların meskun olup, fakat daha sona gayr-ı müslimlerin istila ve hakimiyetleri altına geçen yerler.
Bunun dışında kalan yerler ise darülharb olmaktadır. Nitekim Buceyrimi, "Darülküfr’den murad, küffarın sulh ve cizye olmaksızın ve daha önce "dârulİslâm” olmadan istilaları altında bulunan ülkedir. Bunun dışında kalan yerler ise "dârulİslâm”dır” demektedir.
Halkının gayr-ı müslim olduğu ve mülkiyetin İslâm devletine veya sulh ile eski maliklerine bırakıldığı iki nevi ülkeden bahseden İmam-ı Rafiî, "BU İKİNCİ KISMIN "DÂRULİSLÂM” SAYILMASI GÖSTERİYOR Kİ, BİR ÜLKENİN "DÂRULİSLÂM” TELAKKİ EDİLMESİ İÇİN, ORADA HİÇ MÜSLÜMAN BULUNMASA DA ÜLKENİN İMAM’ININ İSTİLA VE HAKİMİYETİ ALTINDA BULUNMASI YETERLİDİR” hükmünü vermektedir.
•
Zikredilen tariflerden anlaşılacağı gibi, "dârulİslâm” ve darülharb tabirleri, İslâm ve küfür hakimiyetlerinin sınırlarını, bir başka ifadeyle İslâm devletinin hakimiyet ve faaliyet sahasıyla diğer devletlerin ülkesini tesbit ve ifade eder.
Bir ülkenin "dârulİslâm” kabul edilmesinde temel ölçü, idare ve icraatın İslâmî olması, yani ülkenin İslâm eseslarına göre yönetilip, İslâm hukununun tatbik edilmesidir. Buna göre, "dârulİslâm”, nüfusu ister müslüman ister gayr-ı müslim olsun, müslümanların hakimiyeti altında olan ve İslâm hukununun tatbik ve icra edildiği her ülkedir. Bundan ayrı olarak idaresi gayr-ı müslimlerin elinde bulunan, fakat İslâm devletinin hakimiyet sahasına dahil “bağlı ülkeler”le, başlangıçta "dârulİslâm” iken daha sona İslâmdışı bir devlet veya idarenin istila ve hakimiyeti altına giren, ancak İslâm hakimiyetinin izlerinin tamamen ortadan kalkmaması sebebiyle eski hükmün devam ettiği ülkeler de "dârulİslâm” sayılmaktadır.Bu son kısım hakkında çeşitli tasnifler mevcuttur.
•
GÖRÜLDÜĞÜ ÜZERE; MÜSLÜMAN HUKUKÇULAR İNDİNDE DEVLETİN ÜLKESİNİ TARİF VE TESBİTİ AÇISINDAN DÜNYA İKİ KISMA AYRILIR. DARÜLİSLÂM VE DARÜLHARB!..
Darülİslâm’da devletin siyasi, iktisadi, idari ve hukuki nizamı İslâmî esaslara göredir. Teşrii, icraî ve kazaî yetkiler, müslüman otoritenin elindedir. Darülharb de ise, bu nizam ve yetkiler ya tümüyle yoktur veya bir dereceye kadar eksilir. Bunun sınırı da hukukçular arasındaki görüş-içtihad ayrılıklarına (rahmet!) bağlı olarak farklılık arzeder.(*)
(*) Bu bölümdeki bilgiler; Dr. Ahmet Özel’in, "İslâm hukukunda ülke kavramı. DARÜLİSLAM, DARÜLHARB” isimli “İklim Yyn” tarafından Mart 1991 tarihli dördürcü baskısı yapılan eserinden alınmıştır.
II. BÖLÜM
VATAN MEFHÛMU
"Vatan"... Neresidir?.. Şairin dediği gibi, “doğduğum ve doyduğum” yer midir?.. Yoksa burada tüten maddî kıstasların yerine veya yanına “manevî” kıstaslar koyulduğunda tahayyülümüzde şekillenen yer midir?.. Elbette bizim gibi Ruhçu anlayışa sahip olanlar için “manevî” olarak “doğduğum ve doyduğum” yer, “gerçek vatan” sınırları içinde olsa da, “soysuzluk” bize uzak ve sadece “metafizik” yani hayatla ilintisiz bir ruhçu olmadığımızdan, maddî kıstasları da belli ölçüler eşliğinde inkâr edemeyiz.
“Hicret”i hatırlayalım...
Doğdukları ve doydukları Mekke’den, kimi Habeş’e kimi Medine’ye “hicret” zorunda kalan Muhâcirûn’u... Allah Resûlü’nü... Nasıl Mekke’nin hasretiyle ateşler içinde yandıklarını, gözyaşlarını akıttıklarını... Mekke putperestlerin hâkimiyeti altındayken, Medine müslümanların hâkimiyeti ellerinde tuttukları yerdi. Acılar, hasretler...
Demek ki, hem maddî hem de manevî kıstaslarla “doğduğum ve doyduğum” yer, vatan sınırları içerisinde; ama maddî kıstas manevînin önüne geçtiği ân, manevî kıstaslar uğruna, onların tekrar hakimiyeti uğruna, daha güçlü olarak geri dönmek ve vatan’da olması gerekenleri sağlamak için gidilmiş bir mekandır “hicret”...
Yaşadığımız şu asırda “Hicret” keyfiyetine malik bir toprak parçasının bile olmaması, biz müslümanların ne derece “parya” haline getirildiğinin bir delili olduğu gibi, “vatanı”, kendi içerisinden gerçekleşecek-gerçekleştirmeye mahkűm olduğumuz bir zuhűrla, manevî kıtasların hâkimiyeti altına almamızın ihtar ve dahi zorunluluğunu ihtar ve işaret ediyor. İşimiz zor ki, hem de ne zor!..
"MÜZİK”LE DE İSLÂM’A SALDIRI
Batıcıların İslâm’ı yoketmek ve müslümanları sindirmek için “her türlü vasıtayı” kullandıkları malum... Bu “vasıta”lardan birisi de, müzik. Yetmişbeş senelik tarihleri boyunca bir tane bırakın dünya çapını, bu toprakların insanının “benim” dediği bir eser yapamayan batıcı zihniyet, bu hâliyle, müziği de kendi çıkarı için kullanma cüretini gösteriyor; komedi ki, dünyada böyle bir komedi eseri yazılmamış ve sergilenmemiştir.
Kayınpederi gibi “meşin suratlı” bir parlak, tamamen argoya dayalı bir müzik eseri(!) yapmış ve “biz burdayız gitmeyiz/memleketi severiz/birşey diyen olursa/anasını .......” mısralarını(!), olmayan müzik kültürüyle terennüm ediyor.
Bizim (......) olarak geçtiğimiz yeri o da aynı şekilde geçiyor; fakat mimikleri ve çıkardığı “si...” hecesiyle neyi kastettiğini de elbette açık ediyor. Kafası Batıya ayarlı bu zihniyetin yanına, ambleminde üç hilal remzi bulunan bir partinin bağlıları gelmiş, her tarafı “TC Haritası” ile donatıp üstüne at nalı gibi büyük harflerle “Ya Sev Ya Terket” dövizini koymuşlardı. Keza, “Cumhuriyetin bilmem kaçıncı. Yıl Kutlamaları” etrafında hazırlanan müzik eserlerinde de bu mânâ yerleştirilmeye çalışılıyor ve “Ben bir aydın türk kadınıyım”, “Başka rejim istemeyiz”, “Hilafeti istemeyiz” gibi ifadelerin bulunduğu bir müzik eseri(!) boya küpü bir kokananın ağzından her Allah’ın günü TRT ekranlarında yayınlanıyordu. Yine uzun saçlı bir parlak (az öncekinin ortağı idi önceden), “Atatürkçü müzik” yaptığını söyleyerek ortalıkta salınıveriyor, “vatansever sanatçı” olarak takdim ediliyor...
Bütün bunlar Vatan kavramında sadece maddî kıstasların dikkate alınmasıyla düşülecek HATALARDIR. “Hata” dememiz elbette bizim açımızdan; yoksa kendileri açısından, Batıcı anlayış açısından doğru’dur yaptıkları...
"DİYALEKTİKLERİN ÇELMESİ“ VEYA “ANLAYIŞSIZLIK”
Oysa Ruhçu bir anlayışa sahip olan veya olması gereken müslümanların da bir kısmı "vatan" mevzuunda tıpkı Batıcılar gibi “doğduğum ve doyduğum” yer formülünü kabul ettikleri gibi, ne gariptir ki, Batıcıların “Anasını si...” dediklerine karşı, tıpkı onlar gibi tavır alıp, “bu cennet vatanımızda huzur ve hoşgörü ortamının bozulmaması için...” çaba sarfetmektedirler.
Bunlar bu tutumlarıyla ne yârdan ne de serden vazgeçemeyenler’e de dahil edilemezler; çünkü “yâr” ve “ser” tam olarak idrak edilmiş ve nihayetinde de ikisi arasında bir tercih yapılamazlığın getirdiği bir hâl değildir bu... Bunlarda, ne Batıcı ne de olması gereken İslâmî bir "vatan" kavramı idrak edilememiş ve ona göre de tavır alınamamıştır. Bu, netice itibariyle “piç” bir anlayıştır ve tezahür zemini de “piç vatan”dır. Bu hal, “diyalektiklerin çelmesine takılma”nın en basit misali olduğu gibi, en tehlikeli yönüdür de...
Ne Batı’dan ne Doğu-İslâm’dan vazgeçememenin, daha doğrusu onu anlayamamanının getirdiği bu “piç anlayış”, mücadelenin ilk ve en mühim ayaklarından birisinde “yalpalamaya” sebeb vermektedir.
Düşünülmüyor ki; bunlardan birisinin yanında tavır alınmaz ve “ikisi de sevilirse”, hâkim-konjonktürel güç kim ise onun yanında taraf tutulmuş veya tavır alınmadığından ötürü “bertaraf” olmayı baştan kabul etmiş sayılma gerçekleşecektir.
NEDİR
Umûmiyetle Ülkücü-Milliyetçi çevrelerin ve yanlarına gelen Müslüman kimi grupların, konjonktürel güçlü-sahte güç görünümünde olan mevcut Batıcı sistemin yanında “saf” tutmalarına sebeb olan "Ya Sev Ya Terket"de formüle edilmiş “piç Vatan” anlayışını yıkmak ve yerine doğru’sunu yerleştirmek gerekmektedir.
“Yıkmak” tabiri, “ileride” yapılması gereken olarak hemen algılanma kolaylığı içinde ise de, şunu belirtelim ki, İBDA Fikriyatı bunu “önceden” gerçekleştirmiştir ve okuyanlar da bunu görmektedirler zaten. O halde, yapmamız gereken, zaten “teori”de yıkılmış olanın pratikte de yıkılması için faaliyet göstermektir. İlk önce “doğru Vatan anlayışı” üzerinde durmak, peşisıra gelen “Milliyet’çilik” mefhumunu açıklığa kavuşturmak gerekiyor.
«- İslâm inkılâbında milliyet görüşü, kendisini sahte milliyetçiliklerin tersine zarf değil mazruf, kap değil muhteva, madde değil ruh, mekân değil zaman işi telakki eder.
İslâm inkılâbında milliyet görüşü, Türkü fırlak kemikler, çekik gözler, dar alınlar ve kirpi saçlar kadrosunda, yani hor ve kaba madde plânında aramaz.
İslâm inkılâbında milliyet görüşü , herşeyi ana ruh vahidine bağladıktan sonra, o ruh vahidini en iyi aksettiren yahut en iyi aksettirmeye memur olan zarf, kalıb ve madde ölçüsü olarak da (daima bu kayıt altında) kendi ırkını mecnuncasına sever.
İslâm inkılâbında milliyetçilik görüşü, müslümanlıkta mahdut o sınırlı milliyetçiliktir ki, (......) topyekûn insanlık kadrosunda ruhun kaynağını Müslümanlık olarak kabul ettikten sonra, o ruhu taşımaya, renklendirmeye, mizaçlandırmaya karşı liyakat ifadesi bakımından bütün kavimler arası yarışmada üstünlük mefkûresinden ibarettir.
Böylece İslâm inkılâbında milliyet mefkûresi, ırk, kavim, soy ifadesiyle de Peygamberine lâyık olma cehd ve müsabakasının eseridir ki, her türlü ırk ve kavim sınırını kuşatan ve aşan Müslümanlığı incitmek yerine şadedecek; ve ana ölçüye bir kere bağlandıktan sonra en ileri haklara kadar kazanıcı izinli milliyetçiliğin tâ kendisi olacaktır.»(1)
İşte bu “Millet-Milliyetçilik” anlayışı İBDA’nın kabul ettiği ve empoze etmeye çalıştığıdır. Bunun ne derece ehem olduğunu ise, MGK Kararlarıyla “tehdit derecelemesi” içine alınan Milliyetçi çevrelerin bahsettiğimiz anlayışa yakın olan kesimlerinin “acil tasfiye” edilmesi kararı ve yerine(*) “Kafatası Milliyetçiliğinin” yeşertilmeye çalışılmasında; onlarla birlikte İslam’a karşı “ortak cephe” kurmaya çalışan Doğu Perinçek’in şahsında bütünleşen “Kemalist Sol”un yapmaya kalkıştığı, -heryeri, tarihî değerlendirmeler gözönüne alındığında düzeltilmesi gereken- “Emperyalizme karşı Mustafa Kemal ve Lenin/Mustafa Kemal ve Sultan Galivey ittifağı”na yani “Sol Milliyetçiliğe”; (Gramsçi)ci ‘teori‘ gereği ortaya çıkarılan ve sözcülüğünü kavga kaçkını Sol‘un yaptığı “Yerellik“ tartışmalarına; aynı zamanda “daha Türkiyeli“ diyerek, mevcut konjontürel güç-sahte hakim Batıcı sistemin yanında “vatanın bölünmez bütünlüğü“ edebiyatı yapmaya; aynı şekilde, açılan bu “kapıdan“ rahatça giren (Gramsçi)nin müslümanlar arasındaki eşi olan Fazlurrahman‘ın “Devletsiz İslam“ ve elbette “Türk Müslümanlığı/Türkiye İslamlığı” formülüne bakılarak da görülebilir.
Sol‘undan Sağ’ına, Kemalist‘inden Müslümanına kadar bütün kesimleri içine alan ve tamamen, “Vatan‘ı kuru bir toprak parçası, Milliyetçiliği de onun üstündeki bütün ifadeleri korumak“ olarak gören ve tezahür zemini olarak da yukarıda kabaca çizmeye çalıştığımız anlayışlarda müşahhaslaşmaya başlayan görüntü, kelimenin tam mânâsıyla “PİÇ VATAN-PİÇ MİLLİYETÇİLİK“ten başka birşey değildir.
Bu, görüntü itibariyle, mevcut batıcı sistemin bütün muhalif, devrimci ve ihtilâlci hareketleri kendi etrafında toparladığı şeklinde algılansa da, esasında tam bir zaaftır; neticede, SİSTEM DÜŞMANLARINA MUHTAÇ HÂLE GELMİŞTİR VE BU KESİMLERDEN İKİ-ÜÇÜNÜN ‘TARAF‘ DEĞİŞTİRMESİYLE -ki bu da ülkemizin içinde bulunduğu iç ve dış siyasî ortamda ânlık bir hâdisedir- KENDİ İPİNİ KENDİ ÇEKMEK/HAZIRLAMAK DEMEKTİR ESASINDA.
"TERÖRİSTLER“; “VATAN HAİNLERİ“
Mevcut batıcı sistemin eşliğinde seslendirilen ve vurgusu gayet kuvvetli yapılanlar, sadece, netice itibariyle düşmanına muhtaç hale gelmekten başka bir mânâ ifade etmeyen bahsini ettiğimiz “vatan“ ve “milliyet‘çilik“ mefhumları değil, bunların tamamlayıcı aksesuarı olarak kullanılıp hayatî fonksiyona sahip bulunan "teröristler", "vatan hainleri" mefhumlarıdır.
Artık herköşe başında neredeyse bunu duyuyoruz; Çevik Bir de bunu söylüyor, Emin Çölaşan da, Bülent Ecevit de, Tayyip Erdoğün da, Fehmi Koru da, Recai Kutan da, Doğu Perinçek de, “Üstad!” Haydar Baş da... İşte “piç vatan“ etrafında kenetlenmiş ve birbirlerine “sarılmış” vaziyette bulunan -tabiatıyla!- "piç ittifak"!..
12 Eylül öncesinin fikirsiz fakat heyecanlı ortamında bu piç ittifağın seslendirdiklerinin yankısını bulmak zor değildi; neticede, karşılarında “allahsız, dinsiz gomunistler“ vardı, kimi Çin‘e kimi Arnavutluk‘a, kimi Rusya‘ya kapılanmıştı, “vatan elden gidiyordu“, “Tanrı, Türk‘ü korusun“du ve “Türk‘ün“ de “titremesi“ gerekiyordu, netekim “titrettiler de“ ve olan “kardeş kavgası” idi... Netice ise malum: Binlerce gencin, binlerce bu toprağın insanın katledilmesi...
Fakat şimdi... Tablo değişik...
"Teröristler..." "Vatan hainleri..."
Mevcut batıcı sistem, kendine karşı gelişen her muhalif veya ihtilâci hareketi bu şekilde damgalar. İster silahlı saldırı gerçekleştirmiş olsun isterse olmasın...
"VATANIMIZIN" SINIRLARI
İBDA, Yıldız remzli Üç Hilal‘li Gökmavi bayrağı ile, anlayana çok şeyler ifade etmektedir. Bunlardan bir tanesi de, bu toprakları bize emanet bırakan mübarek ceddlerimize olan Vefâ hissidir. Evet, İBDA, FİKİR VE AKSİYONDA, OSMANLI‘NIN MİRASCISI VE ONU İLERLETENİDİR.
Bu ne demektir?
Kanunî Sultan Süleyman Han ile başlayan “inhitat“ devrine kadar, İslâm Bayrağını dört kıt‘a üzerinde dalgalandıran, müslümanlara sevinç, kafirlere de korku salan; nihayetinde de, iç hainler tarafından küçücük -Doğu‘dan geldiğinde otağını kurduğu ilk yer olan- Anadolu kıt‘asına, izzet ve şereften uzak bir şekilde yaşaması için hapsedilen ve devamlı zulmedilen OSMANLI‘NIN DEVLET SINIRLARI, İBDA‘NIN DA VATAN SINIRLARIDIR. AFRİKA, ASYA, AVRUPA‘NIN YARISI, MERKEZ ÜS ANADOLU KIT‘ASI... BURALAR "BAŞYÜCELİK DEVLETİ”NİN HAKİMİYET SAHASIDIR.
İşte; “Bin sene sürecek 28 Şubat‘ların“ sebeb-i hikmeti budur!. “Ev sahibi“ tekrar ortaya çıkmış ve işgalcilerden hesab sormaya başlamıştır.
Üstadımızın “İdeolocya Örgüsü“nde yaptığı “Tarih Muhasebesi“ bölümü içinde geçen bu “sınırlar“; Osmanlı’nın keyfiyetçe tâbî tutulduğu muhasebe içinde şanlı Devletimiz‘in de sınırları olarak kaydaltına alınmıştır.
Son dönemde ortaya atılan "Sevr" meselesi, bahsimizi daha da açmamız için bir vesiledir.
Bu, birtakım yerlerce “Sevr paranoyası” olarak da görülmekte ve küçümsenmektedir; haddini aşan herşey elbette “paranoya“ olarak değerlendirilebilir. Fakat, bunu söyleyenler, “dünya küçüldü; global köy oldu, hududlar kalktı, dünya devleti gerçekleşiyor“ teranelerini seslendirenler ise, bilin ki, bunların bu şekilde “paranoya“ demeleri, kendilerinin Batı uşşaklığından ve gerçek vatan hainliğinden başka birşey değildir.
1998 Ağustos‘unda Talabani-Barzani kliklerinin Amerika‘da “barıştırılmaları ve anlaştırılmaları” ile başlayan süreç, TC‘ye büyük zayitalar verdiren PKK‘nin de tasfiyesini amaçlıyordu ve nihayetinde Suriye‘den Apo‘nun çıkartılması ve İmralı’da konuk edilmesiyle, emperyalistler “görünürde“ bir başarı kazanmışlardır.
İkinci hedef, Saddam‘ın - Irak‘ın yokedilmesi ve Kürt Devleti‘nin kurulması... Bu ise “Sevr‘in yeniden ve yeni kimlikle gelmesi“nden başka bir mânâ ifade etmez elbette. Evet, Amerika-İsrail-İngiltere şeytan üçlüsünün maksadı bu ve bu maksada TC‘nin idarecileri de (Apo‘nun çıkmasında kendilerinin bir payları olmamasına rağmen sevinç çığlıkları atmalarından da belli) ortak.
Şeytanüçlüsü emperyalist çetenin plânlarını hernekadar tatbike koymaları ve bunda da bir kısım başarılar elde etmiş olmaları aşikârsa da, netice olarak büyük bir yenilgiyle karşılacaklarını ilân etmek de bizim üzerimize düşen bir borçtur.
Çünkü, bütün hamlelerinin “ana istinad noktası” Anadolu kıt‘asıdır ve bu mübarek ve emanet toprakların üzerinde de İBDA ve önderliğinde müslümanlar vardır. Yenilgileri kesindir.
Yukarıda da ifade ettik; İBDA‘nın ve bağlıları olarak bizim, Anadolu kıt‘ası gibi küçücük bir toprak parçası üzerinde hapsedilmeye razı olur yanımız yok!. Gerek “Sevr“ ve gerek TC‘nin binbir türlü hainliğinin resmî ispatı olan ve “büyük bir zafer“ olarak takdim edilen “Lozan“, bizim gözümüzde bir hiçtir. “Sevr“ bir niyet ise, “Lozan“ bu niyetin pratiğe geçirilmesi ve İslam ümmetinin 75 senedir sömürülmesi ve kahraman ceddimizin bize emanet bıraktığı topraklarımızın emperyalizm ve onun uşakları tarafından, parçalanmasından-bölünmesinden ve işgal edilmesinden başka bir mânâ ifade etmez. “Türkiye Cumhuriyeti Devleti“ de bu işgalin kurumlaşmış bir remzidir ve yıkılmaya mahkumdur; kuruluşu itibariyle “bölücüdür.“
"VATAN DIŞI”
Bizim, yani İBDA bağlılarının, yani İBDA’nın “Vatan” mefhumuna yüklediği mânâya, değme milliyetçi anlayışın yakınlaşmasını bir kenara bırakalım, tahayyül bile edemez. İnsanın yeryüzüne indirilmesiyle başlayan Hakk-Bâtıl savaşı, Allah Resûlü ile zirvesine taşınmış, şimdi de indirildiği o muhteşem ve mukaddes zirveye tekrar çıkartılma mücadelesi ile devam etmektedir.
İBDA ANLAYIŞINA GÖRE; BAŞTA ANADOLU KIT’ASI OLMAK ÜZERE, HAKİMİYETİN TESİS EDİLDİĞİ HERYERDE ZALİMLERE HAYAT HAKKI YOKTUR.
Kimse bu sözlerden "hepsini öldürecekler!" mübalağlı neticesini çıkarmasın. Biz, dünyaya adaletle hükmedeceğiz!. “Ak koyunun, kara koyundan hesabını”, şaşmaz İBDA’cı adaletimizle sağlayacağız.
Fakat şurası da bir hakikattir, İŞGAL EDİLMİŞ MÜSLÜMAN TOPRAKLARINDAKİ bütün zulüm ve vahşetin altında, ismi bizim ismimize benzeyen "işgalciler-mankurtlar” kadar, her bâtıl dinden kafirlerin payını da unutmamak gerekir.
Siyonizmin bu topraklardaki en başta gelen temsilcisi KAMHİ AİLESİ mesela... Bu ülkenin insanlarını senelerce eski-püskü/bitik teknoloji mamülleri ile sömüren, 1983 senesinde “televizyon tüpü kaçakçılığı” yaptıklarından ötürü muhakemeye çekilen fakat ne hikmetse, “adresleri bulunamadığından” mahkemeleri “zamanaşımı sebebiyle düşen”, MOSSAD’ın açıklamalarında “Tükiye’deki temsilcimiz” olarak vurgulanan, kurdukları “Alo 900” hatlarıyla müslüman evladlarını ahlâken bitik oldukları halde iyice hayvandan da aşağı hale sokmaya çalışan, milletvekili seçilerek “dokunulmazlık” zırhına bürünmeye çalışan Kamhi ailesine, değil bir müslümanın, asgarî değerlere sahib bir “insan”ın, yaptıklarının karşılığı olarak nasıl davranacağı bilinmez mi?
ALATON-GARİH AİLESİ... Birincisi "sosyal demokratları”, ikincisi “ılımlı müslümanları” kafalamaya çalışan, yani her telden fakat illa “siyonist melodisi“ çalan, Kamhilerden hiçbir farkı olmayan bu ailenin, (ki, müteveffa Ü. Garih; Kamhi’nin yıpranmasından ötürü, onun yerine geçmiş ve “Mossad’ın Türkiye’deki mümessili olmuştu) kendilerine verilecek karşılığın, onlarınkinden bir farkı var olabilir mi?!
Keza, KOÇ, SABANCI, BEZMEN, NARİN, ÇÖRTÜK, DEMİREL, BİLGİN, DOĞAN, KOMİLİ, KAVİ AİLELERİ BAŞTA OLMAK ÜZERE BELLİ BAŞLI “3000 AİLENİN“; ülkemizin iktisadî sıkıntıya düşmesine; “teşvik-kredi-ihale“ hilekârlıklarıyla ülkemizi sömürmelerine; en basit bir “nikah törenlerinde“, hem de “iflaslarını açıklamış” yani, fabrikalarını kapatmış, binlerce işçiyi beşparasız sokağa atmış bir haldeyken, 4-500 milyar lirayı bir çırpıda harcamalarına, bunun yanında, ekmeği onbin lira ucuz almak için gecenin yarısından gün ışığına kadar kuyruklarda bekleyenleri -bunun da TC‘nin DPT‘sinin yaptığı “resmî“ bildirimine göre, “ülkenin % 30‘unu temsil ettiğini“ bir düşünün- tahayyül edin ve bu insanları “eski tas eski hamam“ edebiyatıyla “işinize devam edebilirsiniz“ diyerek ödüllendirin!!!
HAYIR! ASLA! BÜTÜN BUNLARIN HESABI, VATANIN GERÇEK SAHİBİ OLAN İBDA TARAFINDAN, BU “MANKURTLARDAN” BİR BİR SORULACAKTIR.
Başyücelik Devleti‘nin hududları içerisinde müslümandan başka kimse yaşayamayacaktır, dedik. Bunun neden ve nasıl olacağını görmek isteyenler "İdeolocya Örgüsü: Başyücelik Emirleri-Vatan Dışı” bahsine bakabilirler.
«- Bu emirle beraber Tük vatanının, yalnız Müslümanlar ve Türklerle meskûn, yalnız Müslümanlar ve Türklerden ibaret bir hale gelmesi, hain ve muzlim unsurlardan baştan başa temizlenmesi için her tedbir alınacaktır.
Temizlenmesi gereken başlıca hain ve muzlim unsurlar, Dönmeler ve Yahudilerdir.
Dönmeler ve Yahudileri takiben, haklarında hiyanet tabirini kullanamayacağımız halde, din ve ruh ayrılıklarından dolayı iklimlerimizden uzaklaştırılmaları gereken Rumlar, Ermeniler ve sair ufak-tefek topluluklar gelir. (....)
Tek başına kendinden ve öz cevherinden ibaret kalacak ve her türlü fesat unsurundan temizlenecek olan Türk vatanı Büyük Doğu davasını, elmas gibi berrak bir ırk ve kavim aynasında parıldatacaktır.»(2)
Büyük Doğu Mimarı, “vatan dışı” ilkesinin uygulanmasındaki ölçüyü şu şekilde ifade etmektedir:
« - TÜRK VATANINI BÜTÜN HAİN VE MUZLİM YABANCI UNSURLARDAN TEMİZLEMEK DAVASINDA ANA ÖLÇÜ: “YA BİZDEN OL, YA BİZDEN AYRIL“DAN İBARETTİR; VE BİZDEN OLMASI İSTEĞİ PEŞİNEN REDDEDİLECEK YEGANE SINIFIN YAHUDİ OLMASI, DÖNMELERİN ESASEN BİZDEN OLDUĞU VEHMİNİ VEREREK BİZDEN OLMADIĞINI ASIRLAR BOYUNCA GÖSTERMİŞ BULUNMASINDANDIR. RUM VE ERMENİLERİN BİZDEN OLMALARI MUHAL DEĞİLDİR. BU TAKDİRDE SAMİMİYETLE SEVK DAİREMİZE GİREN HER RUM VE ERMENİ BİZDEN OLUR.»(3)
Büyük Doğu Mimarı, Dönmelerin “sınır dışı” edilmeleri esnasında bütün servetlerine el konularak -beşparasız bir vaziyette- kitle halinde hemen kapının önüne konulacağını; Yahudilerin, servetlerine malik olarak en kısa zamanda istedikleri yere gitmeleri ihtarı yapılacağını; Rumlar, Ermeniler ve sair ufak-tefek toplulukların da servetlerini yanlarına alarak ya istedikleri bir ülkeye veya “muslihane bir anlaşma yapılacak“ olan yere gideceklerini ifade eder ve şöyle devam eder:
«- SERVETLERİNİ BERABERİNDE ALACAK OLAN YABANCI UNSURLARDAN HİÇBİRİ, TÜRK VATANI İÇİNDE HERHANGİ BİR GAYR-İ MENKUL SAHİBİ KALAMAZ. BUNLARA GAYR-İ MENKULLERİNİN KIYMETİ ÖDENİR VE DEVLETİN SINIR DIŞI PARA MUAMELESİNE GÖRE BU KIYMET BELLİ BAŞLI ŞARTLAR VE ŞEKİLLER ALTINDA KENDİLERİNE TEMİN OLUNUR.»(4)
Yukarıda isimlerini zikrettiğimiz ailelerin; yani ülkemizi sömüren, emperyalizm tarafından uydu-parya olarak kullanılmasına şuurlu olarak destek verenlerin kısm-i azamîsi “vatan dışı” edileceklerden olduğu gibi, bunların yanında “kimliği” Türk ve Müslüman olanlar da mevcuttur.
Bunlardan en mühimleri, "Süper Patronlar Toplantısı” olarak bilinen, kendilerini "Ulusal İşadamları Grubu” diye niteleyen, Rahmi Koç, Sakıp Sabancı, Ferit Şahenk, Bülent Eczacıbaşı, Aydın Doğan, Mehmet Emin Karamehmetler, Ömer Dinçkök ve TÜSİAD (Dönem Başkanı)ın oluşturduğu “çete”dir.
Şunu hemen belirtmek gerekir ki, her inkılâb, karşısında bulunanlardan yaptıklarının hesabını sorar; ihtilal, tarihî bir hesablaşmadır. Bu bahsettiğimiz ailelerin bütün servetleri -elbette- Beyt‘ülMal‘a kaydedilecektir; çünkü bu toprağın insanından çaldıklarıdır. Fakat, ellerini kollarını sallaya sallaya çıkmalarına elbette izin verilemeze; öncelikle, geçmişin muhakemesi yapılacaktır.
Düşünün hele; bugün “horumcular” deniliyor, “bir avuç azınlık” deniyor, “borsayı batıranlar” deniyor ve bunları yapanların kim oldukları da biliniyor ama bir türlü isimleri telaffuz edilip de gereken yapılmıyor! Hala bunların zorlamalarına tabi olunabiliyor. Etraf, tam manasıyla, riyakarlyıktan, yalancılıktan geçilmiyor; halk, “hesab soracağız!” diyen herkesin peşine düşüyor ama, onların da bu ailelerle içiçe olduğunu görünce hayal kırıklığına düşüyor. Anadolu insanı, psikolojik olarak bitiriliyor; ümileri kırdırılıyor; “hepsi birbirinin aynı!” mantığına getirtilip, tamamen teslim alınıyor. Biz; ama hakikaten ve sadece "BİZ”, bu noktada ne yapacağımızı açıkça söylüyoruz. Bunda samimi olduğumuzu; hiçbir şekilde döndürülemeyeceğimizi de bildiklerinden ötürü, mevcut yasaların şemsiyesi altında fakat onların dahi kasıtlı yorumlarıyla, başta mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu olmak üzere, İBDA çevresine “idam’lar, müebbet’ler” yağmur gibi yağdırılıyor.
Bu ailelerle aynı zihniyet ve faaliyette bulunan Türk ve Müslüman görünümlü olanlar da TARİHÎ HESABLAŞMANIN MUKADDER NETİCESİNE TÂBÎ TUTULACAKLARDIR! Kaçınılmazdır!. Aksine davranış, bırakın bu vatana, bu vatanın mazlum ve masum insanına; bu mübarek ve mukaddes toprakların altında yatan şehid ve gazilerden müteşekkil ceddlerimize ihânet ve hakârettir.
Vatanseverliği-Milliyetçiliği, “örs dövmekte“, “kurt remzi taşımakta“, “fırlak kemik, çekik gözlerde aramakta“ rezil bir şekilde hapsedilmekten başka birşey olmayan Anadolu kıt‘asını, -sadece ama sadece orayı- “vatan” olarak görmekte zannedenler, ta yukarıda bahsettiğimiz maddî kıtasların haricine çıkamayan, diyalektiklerin çelmesine takılan ve bu noktada da Emperyalizm, Siyonizm ve yerli işbirlikçilerinin oyununa gelenlerden başkası değillerdir ve kendilerine “Milliyetçilik“ ülküsünü aşılayan Büyük Doğu Mimarı ile İBDA Mimarı’nın “doğru ve aksiyoner Milliyetçilik“ anlayışına yönlenmelerinden başka hiçbir kurtuluşları yoktur; aksi hal, Müslüman Bilge Han‘a ulaşamadan, putperest Ten-giz‘in izinde “uluyarak“ ateşe gitmektir.
İBDA‘CI “VATAN“ ANLAYIŞI İSE “BİRLİK“ ZEMİNİDİR
İBDA anlayışında Vatan meselesi, bütün samimi ve milliyetçi (yurtsever) kesimlerin, inandıkları “izm“lerin eksik kalan yanlarını görecekleri ve üzerinde ittifak yapabilecekleri bir noktadır. Bu vatanı sevenlerin, “Birlik“ zemininin ta kendisidir.