Wednesday, September 20, 2006

TC’nin "Derin"lerinden Gelen İki Proje Karşısında;

"YENİ NİZAM YENİ DEVLET” FAALİYETİ


Sinami ORHAN

Doğu Strateji ve Tahlil Merkezi

Anadolu ve Muhiti Masası


İBRET VE TEKERRÜR

Geçmiş, elbette geçmişde kalmıştır ve asla geri getirilemez; fakat, “ibret” denilen mefhumun varlığı, onun -geçmişin- şu veya bu şekilde tekrarlanma(ma)sını tabii kılmaktadır. Tarihin “tekerrür” etmemesi için, ibret alınması ve hata-eksik nerede ise bunların izale edilmesi gerekmektedir.

80 küsür senelik bir devlet olan Türkiye Cumhuriyeti, tam da "tarihin tekerrür etmesi" gibi bir mesele ile karşı karşıya kalmakla imtihan edilmektedir.

Osmanlı Devletinin son elli, hatta son on senesine bakmak, Türkiye Cumhuriyetinin neden bir "tererrür" ile karşı karşıya kaldığını söyledigimizin sebebini ortaya çıkarır.

FRANSIZ DEVRİMİ VE BATI TİPİ MİLLİYETÇİLİK

1789 tarihli Büyük Fransız Devrimi, birçok ülkede "milliyetçilik" veya daha doğru bir ifade ile "ulus devlet" özlemini kırbaçlamış ve tabiatiyle, bunun önünde duran en büyük engel olarak görülen Kraliyet-Mutlakiyet rejimleri, iç sarsıntılarla debelenmeye başlamıştır.

Umumiyetle bir "savunma mekanizması”, ekseriyetle de "geçiş dönemi” kaydı altında, Mutlakiyet rejimleri, parlementer rejimleri de içinde barındıracak bir şekilde kendilerini revize etmeye başlamış, "uluslasma" vetiresinin Kral’ın hakimiyeti altında sağlanmasına çalışılmıştır.

Bu iç sarsıntılara bir de emperyal maksadlar güden devletlerin dış tahrikleri eklenmiş ve dünya üzerinde hakimiyet terazisi kefe değiştirmeye başlamıştır; İngiltere-Büyük Biritanya İmparatoruğu -birçok devletin kendilerine borçlu olduğu- Yahudi bankerlerle yaptığı karşılıklı çıkar anlaşmaları karşılığında, “kefe değiştirme” ameliyisininden çok büyük faydalar devşirmeye, “İmparatorluklaşmaya” başlamış ve karşısında rakib olarak görünen devletler ise (İspanya ve Fransa), iç sarsıntılarla ile uğraşmaktan ve borç batağında olmaları sebebiyle de dış hamlelerde rahat hamleler yapamamaktan ötürü “gerilmeye” baslamıştır. (İngilteredeki bu “dönüşüm”, Başbakan D’israel ile başlamış olup, kendisi, Hıristiyanlığa geçtiğini açıklayan fakat daima Yahudi kalan birisidir, Yahudilerin devlet ve asil sınıfına giren ilk Yahudidir; daha sonra, Yahudilerin birçoğu aynı yolu takip etmiş ve İngiliz devleti ile “asil aileleri” arasına katılmışlardır. D’israel, Rotşild, Rhodes ve Balfour, İngilterenin "dönüştürülmesinde”, karşılıklı çıkar anlayışına uygun olarak, büyük katkılarda bulunmuş insanlardır.)

Öte yandan, "ulusdevlet" akımının belki de mucidleri olan Amerikalı devlet adamları, anakarada (Avrupa-Asya-Afrika) devletler iç sarsıntı ve dış mihraklı kışkırtmalarla "özerklik" ve "bağımsızlığa” zorlanırken, yeni kıtanın yerlilerine karşı tarihin belki de görmediği bir şiddet ve barbarlıkta (üstelik Tevrat destekli) baskı tatbik ederek, yerli halkı baskı, zulüm ve çoğu yerde katliamlarla topraklarından adım adım geriletirken, Amerika Birleşik Devletlerini kurmaya gayret sarfetmekteydiler.

Kuzey amerika’nın Atlantik kıyısından Pasifik kıyılarına kadar süren, Panama Boğazına kadar devam eden bu “genişleme” ameliyesi sayesinde milyonlarca yerli halk öldürülmüş veya asimile olmaya zorlanmıştır; karşılık olarak da güney Amerika kıtasına kadar sarkan bir nüfuz hakimiyeti sağlanmıştır.

OSMANLIYA "ULUS" DARBESİ

Üç kıta üzerinde toprak sahibi olan Osmanlı Devleti ise, "uluslaşma” vetiresiyle adım adım geriletilmiş, ekseriyeti Yahudi bankere olan borcu sebebiyle duyun-u umumiyyenin tesallutu altna girmiş, bankerler ve hamileri olan devleterin siyasi isteklerini de birbir yapmak zorunda kalmıştır.

Islahat ve Tanzmat Fermanı, Meşrutiyet hareketleri; uç ama mühim beldelere "özerklik" verilmesi; akabinde bir oldu-bitti ile girilen harb neticesinde de 30 Ekim 1918 tarihli Mondros Mütarekesi ile işgale uğramıştır.

Mütareke esnesında Batı basınına yazılan makalelerde ekseriyet bulan fikir Türklerin "barbar" oldukları ve "Anadoludan da sökülüp atılmaları” idi. Hıristiyanlığın “Babaları”nın, gerek Roma Kilisesi, gerek Rum Ortodoks Kilisesi/Fener Patrikhanesi ve gerek İngiliz Anglikan Kilisesinin “temelleri ve temel atıcıları”nın Anadolu kökenli olmaları, ilk Kiliselerin Batı Anadoluda bulunması, bütün siyasi fikirlerin üstünde olarak dini nazar açısından da, bu toprakların “kafirler” yani Müslümanların hakimiyetinde bulunmasını zul olarak addetmelerine sebeb oluyordu.

İngilterenin Lozandaki murahhası Lloyd George, "Türklerin barbar olduklarını, savaştan baska brşey bilmediklerini ve Anadoludan tamamen çıkarılmaları gerektiğini”ıklıyordu.

"ULUS DEVLET"E KARŞI OSMANLI DİRENİŞİ

Osmanlı Devletinin Ortadoğu ve Anadoludaki mühim bölgeleri (Mondros ateşkesnamesinin 5. maddesine nazaran) İngiliz, Fransız, İtalyan ve Yunan askeri güçlerince işgal edilmiş ve Meclisi de kapatılmıştır.

İşte bu şartlar atında, son Halife ve Sultan Vahidüddin Han, Mustafa Kemal Paşa’yı, "Üçüncü Ordu Müfettişi ve Fahrî Yaver-i Hazret-i Şehriyarî” ünvaniyle Anadoluya göndermeye karar veriyor ve böylece de kurtuluşun artık millet tarafından teşkil edilecek bir "kuvva" ile olacağını öngürüyordu.

Bu ünvandaki "Fahrî Yaver-i Hazret-i Şehriyarî” kısmı, Mustafa Kemal Paşa’nın Anadoludaki faaliyetlerinde Sadr-ıazama denk ve belki de -Osmanlı devlet geleneği açısından- ondan da üstte bir mevkiye sahib olduğunu göstermektedir.

Bunun böyle olduğu ve Vahidüddin Hanın kurduğu bu planında ne derece ısrarlı olduğu, İstanbulu işgal eden İngiliz güçlerinin Sevr’i (yani, memleketin parçalanmasının ve herbir parça üzerinde İslam ve gayr-i müslim "ulus devletlerin" kurulmasını amaçlayan Sevr Andlaşması) hükümetin imzalamasına rağmen tasdik etmemesi (çünkü, o zaman Sevr "proje" olmayacak, bilfiil tatbiki gerekli bir "ölüm andlaşması” haline gelecek ve kendi planını sekteye uğrayabilecektir), onca baskıya rağmen Ankara merkezli milli kurtuluş hareketi aleyhine hiçbir sözlü-yazılı-hukuki beyan ortaya koymaması ile de sabittir. (Osmanlı iç hukukuna göre, Sultanın tasdik mührü olmadan hiçbir kanun tatbik imkanı bulamaz.)

İşte böyle bir vetire akabinde, Anadoluda teşekkül ettirilen Kongreler, milis teşkilatları, akabinde düzenli ordunun hayata geçirilmesi, fakat bütün bunlar olurken Ankara merkezli kurtuluş hareketinin bütün beyanlarının, “Hilafet ve Padişahlık merkezinin ve bütün vatanın işgalden kurtarılması” olarak ve “Saltanat ve Hilafet Makamına karşı sonsuz bağlılık” ile imzalanması sözkonusudur.

1920’de Ankara’da Meclisin açılmasiyle birlikte artık bazı şeylerde değişmeye başlaycaktır ama.

Büyük Doğu Mimarı Üstad Necip Fazılın ifadesiyle "maddede kurtuluşu” gerçekleştiren ve üstek bu kurtuluşu MİLLETİN GÜCÜ İLE tahakkuk ettiren Mustafa Kemal ve tayfası, bu "kurtuluşun” milletlerarası camiada da tasdik edimesi için "manada katliam" olarak da görülebilecek birtakım inkilabların yapılmasını tahattüt etmiş ve böylece, Milletimizin "Halife ve Padişah efendimizin kurtuluşu” içn gerçekleştirdiği mücadeleyi ROTA DEĞİŞTİREREK, LAİK VE DEMOKRATİK BİR DEVLET TESİSİNE yönlendirmişlerdir.

OSMANLININ İÇTEN ÇÖKERTİLMESİ: “TÜRK”İYYE İNŞAI

Böylece, Frasız Devrimi ile başlayan ulus-devlet vetiresi ANA GAYESİNE ulaşmış 72 Milleti içinde barındıran Osmanlı Devleti, 40 küsür devletçiğe bölünmüş ve bunların bir daha biraraya gelmelerinin önünün kesilmesi için de anakıta/Anadoluda şovenist br milliyetçilik tatbik ettirilmeye başlanmıştır.

Anadolu "Türk yurdu" olarak ve "Türk ırkına” münhasır bir yer halinde "tayin" edilmiş ve içinde yaşayan ayrı etnik kökene mensub insanlar da "vatandaşlık bağı” ile “Türk” olarak kabul edilmişlerdir.

İster vatandaşlık bağıyla ister anayasal zorunlulukla, bütün tebanın "Türk" olarak nitelendirilmesi, bugün tartışılan ve bir kördügümü haline gelen "üstkimlik-alt kimlik" meselerinin de çıkış noktası olmuş ve akl-ı selim insanların kolayca görebilecekleri gibi bu vaziyette mütekamil bir neticenin çıkmasına da sebeb kalmamıştır.

Bugünkü TC’nin durumu, Osmanlı Devleti’nin durumundan daha da "beter" bir durumdur aslında ve birbirleriyle kıyas dahi kabul edilemez.

Basbakanlık İnsan Hakları Danışma Kurulu/BİHDK’nun hazırladığı meşhur raporda, TC’nin "Tek Millet, Tek Dil" esası üzerinde kurulduğu, bunun 2000’lerin dünyasına uymadığı ve "TÜRKİYELİLİK” mefhumu üzerinde devletin yeniden şekillendirilmesi gerektiğine işaret edilirken, Osmanlı Devleti’nin, "Osmanlı döneminde ÜMMET anlayışı ile birçok kimliği gövdesinde barındıran dönem” diye işaretlenerek geçilmesi oldukça manidardır. (Moda tabirle söylersek, “maçı” kendi sahanızda değil de (Din) rakibin sahasında (Ulus) oynamayı kabul ederseniz, kurallara da uymak zorundasınızdır; İslam toplumlarına zıd olan “etnik ayrımcılık”ı kabul ettiğiniz anda, 72,5 milletlik bir devletin birtakım rahatsızlara tabii olması ve bazen de “cerrahi müdahale” maruz kalması -bugünkü gibi- tabii ve elbette mümkündür. Fakat, aydın denilen “entel”lerimiz, hala bunun ayırdında değillerdir.)

BİHDK RAPORU VE BATI TİPİ “AZINLIK”

Meşhur raporun giriş kısmında "AZINLIK" meselesinin doğuş sebebi ele alınırken, “Katolik ülkelerde Protestan, Protestan ülkelerde ise Katoliklerin "ezilmişliğinden” bahsedilmesi, “azınlık” ve ilgili mefhum ve meselelerin İslam topraklarındaki bir “pratik” ile çıkmadığının”, vurgulanması fakat üzerinde durulmaması Cumhuriyet aydının karakteristik bir özelliğidir.

Şöyle ki;

Osmanlı Devleti devrinde (ve eski İslam devletlerinin hepsinde) bilinen batıcı manada “azınlık” denilen bir statü yok idi; İslam devletlerinde "ırkî” bir hususiyetten kaynaklanan üstünlük meselesi olmadığından, insanlar sadece Dinî inançları ile sınıflandığından, Müslim ve gayr-i müslim ayrılığı sözkonusu idi. (“Bilimsel” olarak da oldukça “pratik”tir.) Kaldı ki, gayr-i müslimlerin hertürlü dini hakları da Devletin (ve Şeriatın) teminatı altında bulunuyor ve hatta bunlarla alakalı fıkhi hükümler kitablarda işleniyordu.

İslam devletleri içinde yaşayan "azınlık-dini cemaatlerin”, Christondom (İsanın Ülkesi) denilen Avrupa toprakları içinde yaşayan aynı inancı paylaşan fakat çevresindeki devletler tarafından eziyet edilen dindaşlarını kendi yanlarına davet etmeleri bilinen bir hususdur; Yahudilerin bu davetleri olduğu kadar, Viyana kuşatmasının Protestanlığa ne gibi faydalar getirdiği de bilinen bir husudur.

Demek ki, İslam devletlerinde ve Osmanlı da, batılı manasına bir “azınlık” sorunu ASLA olmadığı gibi, batılı manada azınlık mefhumundan müşteki olanların da geldiği yer, Osmanlı-İslam topraklarıdır. (Devleti 33 sene kasırgalarla dolu bir siyaset dünyasında idare eden ve “parçalatmayan" Sultan İkinci Abdülhamid Han, "maçı” kendi sahasında kabul etmiş ve "irkî" olarak değil, "dinî" cemaatler teşekkül ettirerek, karşısındaki Haçlı kütlesinin kendi içinde debeleşir hale sokmuştur; bugün hala Fener Patrikhanesi ile "sorunlu" olan, mahkemelerde hesablaşan Bulgar Kilisesi, Sultan İkinci Abdülhamid’in dehasının eseri idi; fakat onu saltanatdan indirdikten sonra ipleri eline geçiren İttihat ve Terakki Fırkası idarecileri, "Pantürkist" felsefeye yönelerek, "maçı” rakib sahaya atıvermiş ve çok değil, 8 senede de Osmanlı Devletini -tabii olarak- bitirivermişlerdir. İbret!)

Bunun yanında, Hıristiyan mezheplerinin ortaya çıkışını sırf dinî ihtilaflar olarak görmemek gerekir; bunun için de, Katoliklerin Protestanlara yaptığı vahşetin (veya Protestanların Katoliklere) sebebi olarak siyasi ihtilafları tetkik etmek gerekir. Fransa Kralları ile Kutsal Roma Cermen imparatoru Fredarik arasındaki "Avrupa nüfuzu kavgası”, bu esnada sadece "elbise" değiştirmiştir, o kadar. (Yoksa Protestanlığın kurucusu Martin Luthere önce Papalık emri ile eza çektiren sonra da onu baştacı eden Alman prensinin bu tenakuzları başka türlü açıklanamaz.)

Başbakanlık İnsan Hakları Danışma Kurulununun raporunun giriş kısmında ismi geçen Nantes Fermanı, Karlofça ve Paris andlasmaları esnasında batılı manasında azınlık olan Dinî cemaatler -batıda- hala kesiliyor, yakılıyor ve her türlü zorbalığın tarassutu altında tutuluyorlardı.

"ULUSDEVLET" TC’NİN HANDİKAPI: “ULUSDEVLET” OLMASI

Aynı dönemde ise Osmanlı devletinin, bugünden bakıldığında "Ümmetçi" olarak kavramlaştırılan yapısı sebebiyle batılı manada azınlık olanlar, dinî inaçlarından dolayı hiçbir baskı altında kalmadan serbest ve hür bir şekilde yaşıyorlardı.

Tartışılan rapor ise, bu "azınlık” mefhumunun “laik, demokrat, sosyal bir hukuk devleti” nitelemesine sahip Türkiye Cumhuriyeti’nde “sorunlu” olduğunu ifade emektedir.

Esasında bu durum, sadece Türkiye Cum. ile kayıtlı ve sınırlı tutulamaz; Çinde de, Rusyada da ve hatta ABD de bile hala "azınlık” mefhumu "sorunlu"dur. (Elbette orada bu kavram altında görülmüyor bu mesele; çünkü Batı, “markalaştırma” ve “kavramlaştırma” budalasıdır ve hernerede bulduysa alır, “kavramlaştırır” ve kendi çıkarına göre sömürür; içselleştirmez; orada hala geçerli olan mesleğin "pragmatizm" olması boşuna değildir.)

Uygurların, Çeçenlerin, Siyah-Kırmızı-Sarı ırkların çektikleri hala unutulmuş değil ve hala da devam etmektedir bahsettiğimiz yerlerde. Avrupa kıtasında da bu mesele halledilebilmiş değil; Korsikalıların, Basklıların, İrlandalılarını çektikleri ortada.

Azınlık mefhumunun tarihî seyri ve bunun diğer devletler içindeki pratiği üzerinde durmak niyetinde değiliz; mevzumuz olan, TC’nin Osmanlı Devleti’nden de daha beter bir durumda olduğu ve bu noktadan kuruluşunun da "Sultan Vahidüddin Han tavrı” içinde anlaşılabileceğinin üzerinde durmak istiyoruz.

SULTAN VAHİDÜDDİN TAVRI

Altıncı Mehmed ünvaniyle tahta geçtiği ve vatandan ayrıldığı için senelerce hazineyi yanında götürdüğü yalanı ile insanımıza para düşkünü birisi olarak “altıncı-altın sevdalısı” olarak empoze edilen, Osmanlı sultanları içinde belki de en talihsiz ama kuskusuz zamanındaki devlet adamlarının çoğunun eteğine bile ulaşamayacağı kadar vatansever olan Vahidüddin Han, memleketinden, topraklarından uzakta, naşının üzerinde bile hacizli damgası bulunacak kadar fakir bir şekilde hayata gözlerini yummuştur.

Tarih veya biyografi makalesi yazmadığımızdan Sultan Vahidüddin Hanın yaptığı hizmetler hakkında birşeyler kaleme almayacağız uzun uzun; sadece şunu demek isteriz ki,onun gurbet ellerde sefalet içerisinde ölmesine sebeb olacak kanunları çıkaran Mustafa Kemal dahi, vefat haberi geldiği zaman, "Beyler, dünyanın en namuslu adamı vefat etmiştir!” demiş ve meşhur “sofra”yı hemen dağıtıp odasına çıkmıştır.

Mustafa Kemal’in böyle yapması gayet tabii idi; çünkü, kendisine ikbal yollarını açan adam, onu “ebedi şef” olarak lakablandıracak süreci baslatan, bunun kendi hanedanlığına ait bir devletin yıkılması pahasına ama “milletin iyiliği için” yapan, Sultan Vahidüddin Han idi.

Mustafa Kemali "hatt-ı hümayun” ile donatarak, gerek devletin gizli, gerekse kendi şahsi hazinesinden para ile besleyerek "Dokuzuncu Ordu Müfettişi” ünvanı ile Anadoluya gönderen, İngilizlerin hertürlü baskısına rağmen geri çağırmayan, Anadoludaki her başarı ardından mevlüt okutan bu adam, arada şunca zaman geçtikten sonra, BU YAPTIĞI İLE DEVLET ADAMLIĞININ NE OLMASI GEKERTİĞİNE DAİR BUGÜNKÜ SAMİMİ VATANSEVERLERE BİR İBRETLİK DERS veriyor olsa gerek.

Devletin ve milletin menfaati icabında, kendi istikbalini, çocuklarının istikbalini bir anda yere atıcı bu İRADE, tarihe belkide hiçbir monarşinin yıkılması esnasında görülemeyecek bir "millet sevgisi"ni resmetse gerektir; bugün Fransada hala devam eden Cumhuriyetçiler ve Kralcılar kapışması, şimdi “kansız” olsa da, bir devirler, tıpkı diğer batı Monarşilerinde olduğu gibi oluk oluk kan kan akmasına sebeb olmuş ve hiçbir Kral kendi tahtını sessizce terk etmemiştir.

Oysa Osmanoğulları, kendilerine yapılan onca hakaret ve isimlerine sürülen onca iftiraya rağmen "KÖKLÜ DEVLET GELENEĞİ” terbiyesi icabı, DEVLETİN VE MİLLETİN MENFAATİ için makamlarını bırakıp gitmişler ve o tarihten bugüne kadar hiçbir Osmanoğlunun da “yeniden taht sevdası” üzerine bir şey söylediği (dinsiz, imansız, ahlaksız, namussuz, izansız dinazor Kemalistlerin suni vesvese ve kuruntuları icabı uydurdukları, vehmettikleri iftiralar hariç) görülmemiştir.

Şimdi “sap döndü, devran döndü” ve TC idarecilerinin, 84 senelik tarihlerindeki en büyük "bunalım” önlerine kondu.

Türkiye Cumhuriyeti üzerinden, "Türk", Batıyı hala korkutan, adı "Müslüman" ile bir olan, ismi "Ant-Christ/Deccal" diye hala Batı okullarında öğretilen anadolu insanının, anadoluda çok küçük bir alana hapsedlmesi, hatta (Avrasya masalları ile) sürülmesi, kendi tarihlerine DÜŞMAN bir hale büründürülmesi ve DİN KARDEŞLERİNİN üzerine sürülmesi gündeme gelmiştir.

TC’NİN İKİ “DERİN”İ:

"HUKUK"SUZ "KUVVA"CILAR VE "YENİ OSMANLICILAR” YÜZSÜZLÜĞÜ

Bunun "havucu" da tıpkı 20. yüzyılın başında olduğu gibi "Azınlıklar” meselesidir!

Ve açık söylemek gerekirse, TC’nin bu noktada, yapılanması ve fikri donatılması Batı standartına uygun olduğundan, hiçbir şansı da yoktur.

Evet, kulaklarımıza geliyor, bizim yapacağı hiçbir şey yoktur sözümüze rağmen, ebleh ve beyinsizler tarafından hiç yapılmaması gereken şeylerin planlandığını duyuyoruz.

İçinde İşçi Partisinin, Ulusalcı adındaki en bariz hususiyetleri dinsizlikleri olan Kemalistlerin, sol artıklarının, MHP’nin, Şamanist Türkçülerin ve tabii ki Haydar Baş’ın BTP’sinin (emekli general Hüseyin Mümtazın kontrolündedirler) (ve hatta yanlarına İmralıdaki A. Öcalanı da şimdilik koyabiliriz), ERGENEKON isimli yapılanması, en yapılamayacak olan şeyi yapmaya, TÜRKÜ KÜRDE, TÜRKÜ TÜRKE, KÜRDÜ KÜRDE KIRDIRMA maksadlı provakatif faaliyetlerine hız vermişlerdir.

Ve bunun ismi de "kuvva-yı milliye” oluyormuş!!!

Kuvva-yı milliye, müdafa-yı hukuk etrafında şekillenmiştir ve ilk başta sizin “hukuk”unuz yok ki, neyi müdafaa edecek ve sonra da o milletin “kuvva”sını organize edeceksiniz!!!

Bariz hususiyeti, sözde "Türkü müdafaa" ve "son Türk Cumhuriyetini koruma" olan bu yapılanma, "derin" bir faaliyettir ve açık söylemek gerekirse, Anadolu insanına karşı ABD-İngiltere-İsrail triosundan daha tehlikelidir.

Bu grubun karşısında da, bizim İbda bağlıları olarak senelerdir söylediğimiz, "sahte Osmanlıcılar/sahte İslamcılar“ mevcut; bunlar, "Büyük Ortadoğu Planı” içerisinde OLMAZSA OLMAZ bir mevkiide bulunan Anadolu kıtası üzerinde YENİ BİR DEVLET kurmayı, trionun askeri gücü sayesinde de bu devlete; aşağıda, Irak-Suriye-Ürdün hattına kadar, yukarıda ise Erivan, Tiflis, Bakü hattına kadar olan toprakları FEDERASYON içinde bağlamayı ve böylece de "yeni Osmanlı Devleti”ni kurmayı planlamaktadırlar; Papalığının gücünün azaltılması (AB Anayasasında Papalığın isteklerinin görülmemesi bir delildir), buna karşılık Hıristiyan kitlenin Fener Patrikliği ile dengelenmesi amaçlandığı gibi, Müslüman kitle de, "yeni Halife" ile "dinî" olarak da trionun iğrenç emellerine bağlanacak ve "Büyük Ortadoğu Projesi”ne karşı çıkabilecek unsurlar, tıpkı "afaroz" mekanizması gibi bir kurumla tüm müslümanların gözünde aşağılandırılacaktır.

YAKIN GELECEK, İÇ SAVAŞTIR

Artık görülen odur ki, 84 senelik Türkiye Cumhuriyeti, tarihini tamamlamış ve “eski” halinden “ilelebet” uzaklaşacak bir vetire içine girmiştir.

Ergenekon teşkilatlanmasının yoluna gidilirse, ülkenin bir iç savaşa girmesi, "kardeş kanının” akması kaçınımazdır ve açık söylemek gerekirse, bu savaşın Ergenekoncuların istediği bir neticeyi verme ihtimali oldukça düşüktür.

Velevki istedikleri netice çıkmış olsun, Stalin dönemi Rusyası (veya McCarthy ABD’si) tipi baskıcı, laik, şoven bir Devletin, bu Millet tarafından artık kabulü sözkonusu olamayacağı gibi, böyle bir yapılanmanın konjektür gereği bu bölge içerisinde yaşamasına da imkan yoktur.

Halkımızın bir kısmının Avrupa Birliğine "şartlı evet” demesinin sebeblerinden en büyüğü, "28 Şubat” gibi en koyu Siyonist kalkışmanın dini ve milli değerlere olan saldıran tutumuna karşı birliği "can simidi" olarak görmesidir. (Denize düşen, yılana sarılır.) Bu milletin, eskisinden daha da beter olacağının açık işaretleri ile dolu olan bu teşkilatlanma ve muhayyel devletine “tav olabileceğini” düşünmek ise, ancak "Perinçek-Soysal-Baş” ahmaklık abidelerinin inabileceği bir hayaldir.

"Yeni Osmanlılar”ın kuracağı devlet ise, görece "özgürükçü" ve refah üzerine kurulu, üstelik dinî ve millî hakikatlerle "oynadığından” ötürü de ambalajı iyi olduğundan, pratize edilebilme imkanı oldukça yüksek bir projedir; kaldı ki, bu planın yüksek bir şans elde etmesinin en büyük sebebi de, -ne gariptir ki- Ergenekoncu zihniyetin varlığıdır. (Tavşan kaç, kuzuyu tut, meseli!)

Bu -"yeni Osmanlıcı”- teşkilatlanma, "Sevr paranoyası” içerisinde değerlendirilmekle beraber hatalıdır; Sevr’de, ülkenin "bölünmesi" sözkonusudur oysa bu projede "BÖLÜNEREK BÜYÜME" gerçekleştirilmek istenmektedir. Bir devlet için "büyüme", reddedilemeyecek bir husus olsa da, bu büyümenin (en azından şimdiki işaretlerinin), Irak’ta 100 bin insanın ölümüne sebebiyet vermesi, projenin tam tatbikiyatı esnasında ise, milyonlarca insanın ölümüne sebebiyet vereceği aşikardır.

Bu projenin sahibleri, Ergenekoncuları “zımmen” destekleyerek büyütmekte ve "Büyük Ortadoğu Projesi” için olmazsa olmaz mevkiinde bulunan anadolu kıtası üzerindeki proje muhalifi veya projeye sessiz kalanları bir İÇ SAVAŞ ile ortadan kaldırmanın planlarını yapmaktadır. (Ergenekoncuların “varlığı”nın dahi bu ülke için “bela” olması buradan anlaşılmalı.)

Eğer projeleri tatbik zemini bulursa, 1000 senedir islamın yurdu olan bu topraklar, HIRİSİYAN- SİYONİSTLERİN ellerine gececek fakat, biz önplanda “Halife” ve “Başkanı” göreceğimizden bunun böyle olduğunu idrak edemeyeceğiz ve şehitler yurdu olan bu toprakları Haçlı sürüsüne “üs” olarak vermiş olacağız.

(Bu planın bir unsuru olan "Halife" meselesi üzerinde, "azınlık” mevzusu sebebiyle Kasım ayı içerisinde koparılan fırtına sebebiyle bir yazı kaleme alan Aydınlar Ocağı Başkanı Mustafa Erkal, "Yeniçağ" isimli "Ergenekoncu" zihniyetin dörtnala koşturduğu bir gazetedeki yazısında, sanki planın sahibi onlarmış gibi, “bu cuma bazı camiilerde “bu hilafetsiz son senemiz olacak” türünden bildiriler dağıtıldığını iddia ederek "Ergenekoncu" ama asla hassas bir Türk aydını olmadığını gösteriyor; milleti, "yobazlar geliyor!!!" masalı ile uyutmaya çalışıyor! Mustafa Erkal’a sözümüz, önce "aydın” ol, sonra da onların “ocak”ının başkanı oldur! )

Gerek Sultan Vahidüddin Han gerekse "iktidarsız Halife” Abdülmecid’in, yurtdışına sürüldükten sonra, Türkiye Cumhuriyeti aleyhine eski devletleri lehine faaliyet yapılması yönünde gelen maddi ve manevi destekleri hararetle reddedişlerinin, bu noktada tahlili gerekmektedir ki, bunu samimi ve gerçek devlet adamlarına bırakıyoruz.

Şu anda anadolu kıtasının ve üzerinde yaşayan müslümanların varlığı tehdit altındadır. (TC, artık bitmiştir ve onun için tehdit altında değildir.)

Bunun iyicene bilinmesi gerekmektedir.

TEK ÇARE: YENİ NİZAM, YENİ DEVLET

TC devleti içerisinde "kurtuluş reçeteleri” arayan samimi unsurların, önlerine konulan bu iki proje üzerine kafa yormalarını da makul karşılamakla beraber, bu İKİ PROJENİN DE “TÜRK DEVLET GELENEĞİ”NE UYGUN OLMADIĞINI, AKSİNE, HEM BU GELENEĞİ HEM DE BÖLGENİN FAYDASINA ZID OLDUĞUNU SÖYLEMEK isiyoruz.

Bu iki proje de, kök itibariyle Batıcı bir projededir.

Ve geldiyse başımıza 84 senelik (evveliyle beraber 250 senelik) Batı macerası neticesinde geldiğini, artık kendi özümüze dönmemiz ve tamamen "yerli" ve "devlet geleneği”ne de uygun YENİ BİR DEVLET PROJESİ içerisine girmeleri gerektiğini ikaz ve ihtar etmek isteriz.

BAŞYÜCELİK DEVLETİ, "ergenekoncuların", sözde bağlısı olduklarını iddia ettikleri "Türkün ruh köküne" olan tam rabıtasını, "yeni osmanlıların” kurmaya çalıştıkları Siyonist federasyonun yani sahte Osmanlının hakikisi olduğunu; devletin isminin sistemin de ismi olduğunu, böylece “demokrasi”deki birtakım rahatsızlıkların "Başyücelik devleti sistemi” içerisinde tamamen yokedildiğini idrak etmeleri gerekmektedir.

Halkımız bunun idrakınde!

250 senelik Batı macerasının bize milyonlarca kilometrelik ecdad topraklarını kaybettirdiğini, bu kaybedilen topraklar üzerinde, bir de Haçlı Siyonistlerin çıkarları (ama memleketimiz çıkarları için asla değil) için bekçilik yapıldığını, bu maceranın milyonlarca canımıza mal olduğunu idrak etmekte...

Tek çare, NATO, AB ve BM’yi -şartsız olarak- reddetmek, Başyücelik Devleti için çalışmaya başlamaktır.

"Yeni", "yerli", ve "biz-bizim" olan fikrimizle YENİ NİZAM YENİ DEVLETİ kurmaktır.

21 Kasım 2004

No comments: