Wednesday, September 20, 2006

"VATAN" MÜNAZARASI VE

"VATANSEVER GÜÇ BİRLİĞİ"


Dr. Latif DENİZCİ

DOĞU STRATEJİ VE TAHLİL MERKEZİ


"- Ben bir gazeteci değilim ve her gün gazetelerde çıkan
haberleri gevelememe de lüzum yok...
Kendi yerimi bir tecrit ve sezgi mıntıkası olarak belirttiğime göre,
bu işin Türkiye açısından faydalı olan yönünü de söyleyeyim:
Türkiye artık daha fazla “yurtta sulh, cihânda sulh!” politikasında,
daha doğrusu politikasızlığında, yaşamayacaktır...
Şartlar, hiçbir hayat hâkimiyeti ve hâdiseleri teshir cehdi belirtmeyen,
bu cehdin dayanacağı şöyle veya böyle bir ideal ve
gaye tanımayan bu ceset tepkisizliğine karşı,
görüntüsünün büsbütün silineceğini ihtar ediyor...

SALİH MİRZABEYOĞLU: "ADIMLAR. 3. LEVHA: KÖRFEZ KRİZİ"



Son günlerde zuhur eden bir münakaşa veya “kayıkçı dövüşü”, tali meselelerin yanında ASIL MESELENİN ortaya çıkmasına vesile olmuştur kanaatindeyiz.

TC’nin -eli mahkum bir şekilde- Irak’a, ABD’nin ister isteği ister ricası karşılığı olarak asker göndermesinin alt yapısının oluşturacak ve böylece de toplumu bu bayağı ve alçak fiile alıştıracak bu münazara, “VATAN NERESİDİR?” suali çevresinde dönmektedir.

Tıpkı Amerika gibi KÖKSÜZ olan bir kısım güruh ki, ta’lihsiz bir şekilde 80 senedir bu memleketin idaresini ele geçirmiş bulunmaktadır ve bu manada da “analist” Ferruh Sezgin’in ifadesiyle “BU ÜLKEYİ İSTİKLAL HARBİNDEN BERİ HAİNLER YÖNETİYOR!” sözüne uygun durumu, söz ve fiilleriyle doğrulamaktadırlar.

"Galiçya, Yemen, vatan mıydı?.. Oralarda mehmetçiğin öldürülmeleri hala tartışılır! Atatürk, böyle bir savaşın cinayet olduğunu söylemektedir. vesaire... vesaire... vesaire...”

Şimdi, münazarayı başlatan bu sözün sahibi, General Çetin Doğan; bu zat, general emeklisi oldu-olacak ve giderayak, Irak’a asker GÖNDERİLMEMESİ İÇİN bu sözleri sarfetti.

Bu sözler üzerine de, "tarih bilgisi yoksunu!" olarak vasıflandı, Irak’a asker gönderilmesi taraftarlarınca ve “Yemen’in “vatan toprağı” olup, Galiçya’nın da harb ittifağı neticesinde dolaylı olarak vatan sayılması” gerektiği cevablarını aldı.

Tarih bilgisi yönünden bakıldığında, ikinciler haklı ve general eskisi -hem de B‚G’nin Başkanı- General -eskisi- Çetin Doğan, zaafiyet içinde...

Memleketin selameti açısından ise, General Çetin haklı!..

Oldu mu şimdi; memlekette ne kadar müslüman varsa fişleyen, 20 MİLYONLUK idam listeleri hazırlayan ve Cezaevlerindeki katliamların müsebbibi “28 Şubatçılar” ile BİZ, aynı saftayız, zahirde!..

Zahirde!..

Bu "birliktelik" meselesi ne kadar zahir de ise, bunların meselelere bakışı ve tavır almaları da (yukarıda kastettiğimiz “münakaşa”nın taraftarı her iki grup için de geçerli) zahiri birtakım köpürtülerle gerçekleşmektedir...

Şu “vatan neresi” münazarasının istenilmeyen noktalara çekilebileceğini bildiklerinden, meseleyi hemen bağladılar da:

"Kore, vatan toprağı mıydı ki oraya asker gönderdik?.. Bu stratejik bir karar idi ve NATO’ya girmemiz için gerekliydi... Şimdi bunun tartışılması yapılıyor mu?”

General -eskisi- Doğan’ın ifadelerine karşı Zwi Çengiz Çandar, Zwi’ist Taha Akyol’un bu ifadelerini söyleyerek mevzuyu bağlamaya çalışıyor...

Fakat, bu mevzu o kadar kolay ve basitçe geçiştirilecek bir mesele değildir.

¥

Öncelikle şunu ifade edelim ki, bu meselede olduğu gibi, yaklaşık olarak iki senedir devam eden ve özel olarak, askeriyyenin içindeki “28 Şubatçı” güruha karşı fakat umumiyetle, topyekün askeriyyenin ileri sürdüğü “fikirlere” karşı, “Siviller”in bir “muhalefet” tavrı var ve artık “emret Komutanım!” ayininin bittiğini gösterir ifadelerin sona erdiğini göstermektedir bu durum.

ıkca yazmak gerekirse, bu hal, “demokrasinin” veya “sivilleşmenin” bir ZAFERİ falan değil, tam aksine, “onlarla” anlayacakları dilden konuşanların yaptıkları tavır ile, ortaya koyulan FİİLİYATIN çıkardığı bir vaziyettir.

Bun da ise, "28 Şubat” devrinde, ezilen, kırılan, yumuşayan-omurgasızlaşan güya liberalleşme, sivilleşme yanlılarına (bunlara sözde müslümanları veya sözde liberal demokratları katabilirsiniz.) RAĞMEN, başta METRİS ZİNDANI olmak üzere, zindanlarda İBDACILARCA verilen mücadelenin ve özellikle 5 ARALIK ZAFERİNİN büyük tesiri vardır.

Mütefekkir Mirzabeyoğlu’nun, 5 Aralık sonrasında söylediği, “artık fiyakaları bozuldu!” ifadesi, aradan çok geçmeden, Erzurum gibi bir yerde, tamamen siyaset harici bir mesele yüzünden HALKIN JANDARMA BİRLİĞİNİ TAŞA TUTMASI ile doğrulanmaya başlamış ve ardından da, “bozulan fiyaka”nın cılkını çıkartıcı ve neredeyse “hakarete varıcı” ifadelerle askeriyyenin tavırlarına karşı bir muhalefet başlamıştır.

Fakat burada unutulmaması gereken nokta, İbda bağlılarının önderliğinde açılan bu yol, Anadolu üzerinde büyük planları olan güçleri de cezbetmiş ve onlar da bu sefer bu “fiyaka bozumu” üzerinden ilerlemeye ve satın aldığı kalemler ile bir milletin gurur kaynağı ve emniyeti olması gereken “Ordu” üzerinde kendi planlarına uygun itham ve küçük düşürücü faaliyetlerde bulunmaya başlamışlardır.

5 Aralık 1999’da Metris Zindanında 66 Adam’ın, kendilerine saldıran 3000 kişilik seçme askeri birlikten esir aldığı 300’ün üzerindeki Subay, astsubay ve özel harekatçı ile Jandarmadan müteşekkil askerin durumunu, bir manada, Irak’ın kuzeyindeki Süleymaniyede esir edilen, başlarına çuval geçirilen, işkenceli sorgudan geçirilerek kemikleri kırılan Özel Harekatçı (bordo bereliler) askerlere benzetmek mümkünse de, arasında MÜTHİŞ FARKI da görmek gerekir.

Metris zindanında esir edilen askerlerden ilk arbede anında yaralananlar hariç hiçbirine en küçük bir fiske vurmak bir yana, kötü muamele bile yapılmamış ve ekmekler, sigaralar dahi paylaşılmış ve hatta, içeriye yapılması düşünülen saldırı esnasında grayderin kepçesiyle kırılacak olan duvarın arkasından bile -6 metrelik taş beton duvarın altında kalıp da ölmemeleri için - uzaklaştırılmışken, Süleymaniye’de bombalar atılarak, kurşunlarla taranarak yapılan saldırı akabinde AĞIR İŞKENCELERDEN geçirilmeleri bir yana, bir de haklarında TSK tarafından soruşturma açılmıştır!!!

Birincisi, MİLLETİN ÖZ GÜCÜNÜN, Milletin emniyetini sağlamakla yükümlü olan güce karşı “haddini bil ve ayağını denk al!” İHTARIYKEN, ikincisi, Milletin emniyetini sağlamakla yükümlü olan güce ve esasında Millet’e karşı yapılan bir saldırıdır!

Milletin emniyet kaynağı ve gurur kaynağı olması gereken ve “Özel Hareket Birliği” olarak da bir “savaş makinesi” olması gereken hususiyetlere sahib bulunan birliğin bürosuna karşı yapılan bu saldırı, bu birliğin “küçük düşürülmesi” yanında, Millet’e, “sizin en seçkin askerlerinizin hali işte bu! Direnmeyin!” mesajını vermekten başka bir manaya gelmemektedir

Dikkati çeken nokta ise, 5 Aralık 1999 Milletin İhtarı’na karşı vaveyla kopartan güruhun, Süleymaniye’de, “en seçkin savaşçılarının rezil ve kepaze edilerek esir alınmalarına” iki üç günlük bir “teessüf ederiz!” açıklamalarından başka bir karşı tavır almamalarıdır.

Bunun sebebi ise, tıpkı “Vatan neresi?” münakaşasında olduğu gibi, dertlerinin Vatan değil, kendi iğrenç çıkarları olmasıdır.

¥

Devlet’in yarı resmi “strateji kurumu” ASAM-Avrasya Stratejik Araştırmalar Merkezi’nden tutun da TSK’nin “çok bilmişlerine”, Bozkurt ismini kullanan Nasyonalist çevrelerden KemalistSol altında toplanan Sol’culara ve şimdilerde adı Muhafazakar Demokrat olan müslümanından, eskinin “keskin müslümanı” olup da şimdi “omurgasız müslüman” vaziyetine girenine kadarının, bu meselede söylediklerine bir bakınız; Öz’e dair, Asıl’a dair dikkate değer bir ifade bulunması bir yana, söylenenlerin, “diğerinin” (bu “diğer” de, kendi-si-leri haricindeki “herkes”dir.) “tarih zaafiyeti” veya “niyeti” üzerine söylenmiş kuru ifadelerden müteşekkil olduğunu göreceksiniz.

İçlerinden, “Çiller’in A Takımı” ismiyle bir dönemler anılan ve Uzak Doğu’da ABD emrinde, BBP’li “elemanları” kullanarak “operasyon” yapmanın “teorisini” kuranların, “vatan kavramı yenidir, Namık Kemal’le başlar, önceden böyle bir kavram yok idi!” gibi “çok derin ve çok teorik!!!” ifadeleri ise, tam evlere şenlikdir ve bir devirler bu kafaya mensub olanların devletin siyasetini yönlendirdiğini düşünmek ise insanı ürpertmektedir.

Dikkati çeken bir diğer nokta ise, Vatan münakaşasında, her bir tarafın illa ki “Atatürk şöyle yapmıştı... böyle yapmıştı... aslında şöyle yapacaktı da ömrü yetmedi... o anlaşılamadı... işte yanlış anlaşılınca da böyle oluyor!” gibi sözleri kullanmaları...

Bu meyanda, "Akşam” gazetesinde yazı yazan ve komşusu olan askeri yazarlardan aldığı “derin” bilgileri millete “pazarlamaya” kalkan birisinin, Atatürk’ün Fevzi Çakmak’a Afganistan’la alakalı verdiği emirleri yazması ve “işte Atatürk böyle idi!” demesi, tam bir köylü kurnazlığı!..

Lafta kalmış “günlük” hayhuyun haricinde Atatürk devrinde, onun Afganistan ile “yakın igisi”, burayı ziyarete gelen Afgan Kralı ile havuzda ÇIRILÇIPLAK YÜZEN FAHİŞELERİ KOVALAMAKTAN ibaretdir sadece; eğer bir başka “ilgi” olduğunu -pratikde- bilen varsa, buyursun!..

Niyeti bu olsa idi, Sovyetlerin o kuruluş günlerinde hem Bolşevizme hem de İngiliz emperyalizmine en büyük darbeyi vurabilecek veya onları bayağı uğraştırabilecek bir hareket içine girmiş bulunan Rusya Müslümanlarının sesi mevkiine gelmiş Sultan Galivey ve onun “sekreteri” Mustafa Suphi ile ilişki kurardı, Mustafa Suphi’yi Yahya Kaptan’a, Yahya Kaptan’ı da Topal Osman’a katlettirmezdi. Veya, kendisine Asya güzergahına seçen, iyi bir teşkilatçı Enver Paşa’yı desteklerdi.

Fakat, onun derdi de bu değildi; yani Vatan değildi!..

Onun ve etrafında yuvalyalan Sabatayist ve Ateist muhitin tek derdi, HİLAFETİN VE SALTANATIN KALDIRILMASI KARŞILIĞI HÜKÜMRANLIK YAPACAKLARI BİR TOPRAĞIN KENDİLERİNE İNGİLİZLERCE VERİLMESİ idi.

Bu tarihen de sabittir.

Şöyle ki:

31 Ekim 1922’de Bakanlar Kurulu’nun Lozan Konferansı delegesi adaylarını belirlemesiyle, Heyet-i Murahhasa Reisi olarak İsmet Paşa, “İkinci Murahhas” olarak “Umur-u Sıhhiye ve Muavenet-i İçtimaiyye Bakanı” Rıza Nur ve diğer murahhas olarak da Trabzon mebusu Hasan Hüsnü (Saka) Bey tayin edilmişlerdir.

Tayin yapıldıktan sonra, (Rıza Nur’un; İsmet İnönü ile Mustafa Kemal’in tebrik ve övgüler yağdırdıkları Rıza Nur’un ifadesidir) Mustafa Kemal, İsmet Paşa ile Rıza Nur’a şunları söylemiştir:

"ESASLARIMIZ ŞUNLARDIR... BAKTINIZ Kİ, HATTA TRAKYA’YI ALAMIYORSUNUZ, SÖZLERİNDEN DÖNÜYORLAR, UĞRAŞMAYIN, TERKEDİP SULHÜ YAPIN, HATTA İCABEDERSE İSTANBUL’DAN DA VAZGEÇMEK LAZIMDIR. MUSUL İÇİN HİÇ UĞRAŞMAYIN!”

Bu ifadenin bir yerinde bize "Vatan endişesi”ne dair kırıntı bulabilir misiniz?..

Bulamazsınız; çünkü yoktur!..

Bu vaziyettir ki, İkinci Dünya Harbi esnasında ve sonrasında harbeden iki tarafça da müteakip dafalar yapılan “Oniki Adaları alınız!” teklifine, “acısı sonradan çıkar ve şu eldeki hakimiyet sahibi olduğumuz topraklar da gider!” denilerek devamlı red cevabı verilmiş ve bu da “dirayetli siyaset!” olarak lanse edilmiştir!.

¥

Vatan meselesini münazara yapacaksanız eğer, “Galiçya, Yemen vatan mıydı, değil miydi?!!” gibi -artık- “kuş pisliği” kadar bile kıymeti olmayan (ve şimdi birtakım iğrenç çıkarlara alet edilen) meseleler üzerinde değil, buyrunuz LOZAN ANDLAŞMASI ile başlayınız; işin sırrı, esası orada!..

Üstelik bugun kendisi "sizi" "stratejik ortak" olarak ilan etmiş bulunan ABD, Lozan Andlaşması’nı tanımak bir yana (bunun içindir ki, ABD’nin gözünde TC diye bir devlet yoktur, “tanınmamıştır” ve andlaşmalar “ikili andlaşmalarla” devam eder) Lozan’ın tasdiki için yapılan müzakereler esnasında Kongrede Senatör Upshov, “BU ANDLAŞMAYI YAPAN, İMZALAYAN KİŞİ, SEFİH, KAFATASCI, HUNHAR, CANAVAR BİRSİDİR!” diyerek Atatürk’e hakaret dahi etmiştir ve andlaşma da ABD Kongresinde imzalanmamıştır.

Mütefekkir’in ifadesiyle, "DEVLETLERİN SINIRLARINI ÇİZEN ANDŞLAMALAR DEĞİL FİİLİ DURUMLARDIR!”

Bu meyanda, O’nun en başa aldığımız ifadesi, bugün “stratej” diye arz-ı endam edenlerin fikirsizliklerini veya O’nu ne kadar geriden hem de Emperyalist çıkarların esiri olarak takipçisi olduklarını ortaya koymaktadır.

İbda bağlıları olarak, “ANADOLU’YA VATAN DEMEK, BU MİLLETE İHANETTİR; BURAYI VATAN OLARAK KABUL ETMEK, TÜRK’ÜN, İSLAM’IN ANADOLU’YA HAPSEDİLMESİNİ KABUL ETMEK DEMEKTİR!.. BİZİM VATANIMIZ, -ASGARİ- OSMANLININ HUDUDLARIDIR!..” diye defalarca yazdık.

¥

Şimdi çıkmış AKP’nin Dışişleri Bakanı Abdullan Gül, “Türkiye’nin çıkarları Anadolu’ya hapsedilemez!” demeye başlıyor!.

Sormak lazım; hapsedilemez, pek iyi, o halde ne yapmalı?..

"Irak’a Kızılay faliyetlerinde bulunmak, yardımların düzenli yürümesini temin etmek, hayatı normal akışına çevirmek için asker göndermek gerekir!”

Böyle diyor ve diyorlar!

Irak’da "normal" bir hayat vardı, ama birileri yıktı; harb esnasında bile akan sular, yanan lambalar bugun yanmıyor ve bunun müsebbibi de ABD!. O halde bırakınız, tüm dünya karşı çıkarken binlerce insanı öldürerek bu işe girişti, altından da o çıksın!..

"Komşuda yangın varken, evde oturulmaz!”

Onu "yangının” çıkacağı besbelli iken engellememekle hakettiniz...

"Müslüman asker gelsin ki, ABD gitsin!"

Afganistan’dan gitti mi?..

Söylenenleri ve tek cümlelik cevabları uzatabiliriz ama lüzumü yok...

¥

Bugün ABD, Irak’ta "sıkışmış” durumdadır.

ABD Ordusu’nu tanıyanların söyledikleri ifadelerin “doğruluk” payı mevcuttur; bunlara göre, ABD Ordusunun savaş morali ilk üç aydan sonra, direniş olduğu takdirde “bozulmakta” ve Orduda “zayıflık” başlamaktadır.

1000’e yakın askerin firari olması, askerlere psikologlarca seanslar düzenlenmesi, bu bilgileri doğrulamaktadır.

Elbette bu vaziyet, "artık ABD, hemen oradan çekip gider” ve hele ki, (AKP’li temsilcilerin herkesi kendileri gibi sanmaları sebebiyle söyledikleri) “ABD’nin bir an önce gitmesi için de müslüman askerlerin gelmesi lazım; yani TC’nin Irak’a asker göndermesi gerekir!” manasına gelmez.

ABD üzerinden SİYONİZMİN Ortadoğu saldırısı, öyle 100 yıllık bir hesablaşma değil, -bizdeki “28 Şubatçıların dediği gibi- 1000 yıllık bir hesablaşmanın adımıdır ve onlar, “askerimizin bazılarının kafaları nezle oldu!” demekle de oradan çekip gitmezler.

Hem, ABD’nin oradan çekip gitmesi için, madem "müslüman askerin gelmesi lazım!”; o halde niçin ABD, İslam Kalkınma Konferansı’nın “idareyi bize devredin ve tamamen çekilip gidin!” teklifini reddetmiştir?!

¥

Bu "vatan neresi?" münakaşası, bahsettiğimiz gibi, ESASA gitmeden kesilmiş ve dertlerinin TC’nin Irak’a asker göndermesinin “teorisi”ni kurmak olduğu anlaşılmıştır.

Bunun mümkün olup olmadığını veya makul olup olmadığını anlayabilmek için, bitakım meselelere gözatmak gerekmektedir.

Öncelikle Irak’a asker göndermenin Anadolu’nun emniyeti ile bir alakası olup olmadığının, buna “evet!” cevabı verildikten sonra da, gönderilmesi istenilen yerin neresi olduğunun da kesin olarak hesablanması gerekmektedir.

Irak’taki bu vaziyetin Anadolu’nun emniyeti ve stratejik istikbali ile YAKIN BİR ALAKASI ASLA BULUNMAMAKTADIR!.

Muhayyel Kürdistan’ın iki elebaşısı olan ve kendilerini Siyonizme tamamen satmış bulunan Barzani ve Talabani -velevki!- bir devlet kursalar dahi, İÇ’TE SAĞLAM DURDUKÇA, kurulmuş bulunan bu Kürdisan’ın “İSRAİL KÜRDİSTAN’I” olacağı aşikar olacağından ötürü, İÇ’E bir tesirinin olması pem mümkün değildir.

Kaldı ki, bu devletin dünyaya açılış kapısı da TC toprakları olacağından -dirayetli, feresetli ve rikkatli bir idare elindeki Anadolu üzerindeki devlet tarafından- kontrol altına alınması son derece kolay olacaktır.

Hele, PKK’nin bu muhayyel Kürdistan’a soğuk durması ve onu iyi “teşhis etmesi”, Güney Kürdistan’da tesir sahibi olan bu teşkilatın da kullanılarak bu iki aşiret ağasının nefeslerinin de kesilmesi sağlanabilir.

Demek ki, oradan bir tehlike -büyük çaplı bir tehlike elbette- gelmesi, son gelişmeler ışığında pek mümkün değil!.

Hadi diyelim ki, "Irak’ın kuzeyinden bir tehlike mevcut ve bizim asker göndermemiz gerekir!”; ama TC’den istenilen askeri gücün, Kuzey’e değil, Orta Irak’a yani Anadolu’yu KESİNLİKLE tehdit etmeyen, Saddam’a bağlı olan ve olmayan kuvvetlerce devam ettirilen ve hergün işgalci askeri güçleri öldüren isyanın olduğu bölgeye gönderilmesi planlanıyor.

Bu bölge ise, gazetelerde de artık yazılıp çizilmeye başlandığı gibi SAF SÜNNİ TOPLULUĞUN bulunduğu coğrafya...

Bunun içindir ki, Cengiz Çandar gibi Yahudiler, Ehli Sünnet vel Cemaat bağlısı insanların gerçekleştirdiği bu isyanı, “KARANLIKÇI TERÖR HAREKETİ” olarak isimlendiriyorlar.

Kendileri için "karanlıkçı”; Afganistan başta olmak üzere, dünyanın neresinde Siyonizme bir isyan varsa, bu hep SÜNNİ KARAKTERLERİ...

İşte “İkiz Kuleleri” imha eden El-Kaide veya Taleban...

İşte Irak’taki direnişi gerçekleştirenler...

İşte Anadolu’daki İbda fikir hareketi...

Fakat burada bir "tuzak" sözkonusu; sünniler "çarpışıyor” da “diğer müslümanlar” işbirliği yapıyor imajı verilmeye veya “rahatsızlık” verenlerin “sünniler” olduğu ifşa edilip, diğer mezheb mensublarının “isyan etmezseniz, size dokunmayız; bizim derdimiz bu isyankar sünniler!” diyerek cephe genişletmeme çabası içinde olunduğu gözlenmektedir.

Bilinmelidir ki, Siyonizmin derdi sadece "Sünniler" değildir; şu anda mücadeleyi yürütenler onlar olduklarından böyle bir ifade kullanıyor olsalar da, onların derdi TOPYEKÜN İSLAM VE MÜSLÜMANLARDIR!

Türkmenlerin yarıya yakını Şii’dir ve hiç de Orta Irak’taki gibi bir mücadele içine girmemiş olsalar da, işte son günlerde yapılanları görmek lazım... Bunlar, ibretlik meseleledir.

İşte, TC askerinin sevk edilmek istendiği bölgenin karakteri böyle; bu bölgeye eğer TC askeri sevkedilirse, bilinmelidir ki, Siyonist askerin muhatap olduğu davranış ile karşılaşacaktır ve orada onca asker cesetine rağmen TC askerinin bulunmasının haklı bir sebebe dayandığını da kimse bu millete anlatamaz!.

Üstelik, nüfusunun çok az bir kısmı dışında topyekün Sünni olan Anadolu insanı ile (ki, bu insanlar, 100 sene önce oralara asırlarca adeletle hükümran olmuş Osmanlı’nın evladlarıdır.) Irak halkının arasını açmanın bir yoludur oraya asker sevkine karar vermek; Sünniyi Sünniye kırdıracaklar ve “buğz” oluşturacaklar ve böylece de Türk’ün (Anadolu’nun) tekrar ayağa kalkışının önüne bir sed çekecekler!.

Bu "kırdırma” meselesinden daha önceki tahlillerimizde de bahsetmiştik; Türk’ü Türk’ü, Kürd’ü Türk’ü, Kürd’ü Kürd’e “kırdıracak” bir İÇ SAVAŞIN eşiğindeyiz, demiştik...

Bu faaliyetin emareleri, oldukça arttı.

Bunun üzerine bir de Irak (ve tabiatiyle bölge insaniyle) aranın açılmasını da ekleyin, işte o zaman Siyonizm emeline büyük ölçüde vasıl olacakır.

Artık, İslam’ın mücadelesini verecek bir taraf kalmayacak ve bütün müslümanlar (ve müslüman cografyası), “batan geminin kaptanı!” misali kendi başlarının çaresine bakmaya kalkışacaklar, kısaca “küçük lokma” olacaklar ve böylece de kolayca “köleleştirilmecekler”...

İşte buna engel olmanın yolu, IRAK’A ASLA ASKER GÖNDERMEMEKTEN GEÇMEKTEDİR.

¥

Fakat, iktisaden kuşatılmış ve siyaseten haczedilmiş bulunan TC’nin idarecileri (ki, çoğu, bu “haciz” işleminde gönüllü rol oynamışlardır.) zorda olsa Irak’a asker sevkine dair karar çıkartma planları içerisindedirler.

Kimilerinin dedikleri gibi, "Türkiye çaresiz asker gönderecek!" gibi bir mantık hatalı ve köleliğin ve TC’nin “muz cumhuriyeti” olduğunun itirafıdır...

Bir devlet nasıl çaresiz kalabilir?..

Devleti idare edenler SATILMIŞ BİRER HAİN olabilirler ama, bu Devlet’in tamamen ihanet ehlinin elinde olduğu manasına gelmez; VATANSEVER KUVVETLER muhakkak, en kötü ihtimalde dahi Devlet’in lehine bir faaliyete girişebilmenin yolunu bulabilirler.

Mesela, Orta Irak’a da olsa sevkedilen askerlerin başındaki üç-beş vatansever subay, buradaki direnişi teşkilatlandırabilir, isyancılarla zımmi bir andlaşma yapabilir, “Sünni gerilla mücadelesine” engel olmamanın karşılığında Türk askerlerine saldırı yapılmamasını sağlayabilir ve hatta bu saldırıları, Güney Kürdistan’da da organize ederek iki hain aşiret reisinin emellerine ulaşmalarına engel olucu tavırların meydana çıkmasına vesile olabilir...

Bunlar hep, "mesela!" hududları içerisinde ve “binlerce mesela şıkkı!” ortaya konulabilir; böylece, en kötü vaziyeti bile, kendi faydamıza karşı kullanabilme imkanına sahib olabiliriz...

Fakat bu "irade"yi ortaya koymak, öncelikle TC’DEN SİYASETEN KOPMAYI ve YENİ BİR NİZAM uğruna mücadele içine girilmesini luzümlu kılmaktadır.

TSK’nin ve Devletin tepesi, Ferruh Sezgin’in ifadesiyle "İstiklal mücadelesinden beri hainlerin” İŞGALİ altındadır; ve bunlar, asla böyle bir faaliyete izin vermeyip, bunun engellenmesi için de elllerinden geleni yapacaklardır.

İşte mesele burada ortaya çıkmaktadır.

"Vatan"ı kuru bir toprak parçası olarak mı görmek gerekiyor yoksa, bir “iman” meselesi olarak...

İkinci şıkkı işaretleyen sivil ve asker herkesin bu ‰teş”n günlerde hemen karar vermesi gerekiyor...

Ki, iş işten geçmesin!.



İrtibatlı makaleler:

1) Dr. Latif Denizci: İbdacı Vatan Anlayışı "Birlik" Zeminidir.

2) Mustafa Saka: Türkiye Türklere Bırakılamaz.


(Not: Bu yazı, "akademyayadogru ve doststrateji.cjb.net sitelerinde 2003 senesinde yayınlanmıştır.)


No comments: